Sessiz Düşünceler

Robert Zara

Hikayelere Gir

Dönüşüm


1 Haziran 1997; geleceğe dair net bir plan içinde bulunulmayan, günlük ve amaçsız yaşadığım yaşamımın son günü.

Telefondaki ses babamı hastaneye kaldırdıklarını ve acilen yanına gitmek üzere buluşulması gerektiğini söylemişti bana. Ses telaşlı idi, iyi değildi, belli ki birşeyler yolunda gitmiyordu, sanırım beni bekleyeni de tahmin ediyordum az çok.

“Kaçınılmaz” ile yüzleşmem ise Amerikan Hastanesinin acil servisinde babamın üzeri örtülü bir şekilde cansız olarak yattığı odaya girmemle oldu. Örtünün babamın yüzünün bulunduğu kısmı açmam, elini tutmam ve onun yüzündeki ifadeyi inceleme ile geçti devam eden dakikalar.

Rahatlamıştı, huzurluydu, yılların ona verdiği zorlukları, sıkıntıları geride bırakmıştı sanki.

Başarılarla dolu geçen öğrenim hayatı, tırnakları ile kazıya kazıya kazanımlar elde etmiş bir babanın baskısında geçen zor iş yılları, çoğunlukla mutlu olmadığını tahmin ettiğim evliliği ve yaşam tanımına uyacak her şey artık geride kalmıştı.

Gitmişti hepimizi geride bırakarak Silvyo Zara.

Gençlik yıllarımda aileme karşı çıkmamın, onlarla zaman geçirmek istemememin yanlış olduğu son 6 ayda kafama dank etmişti. Geçen zaman kendime büyüklerimin zamanının kısıtlı olduğunu ve onlarla yaşanılacak anılar yaratmam gerektiğini fark ettirmişti bana.

Bir tane anı, o da Beyoğlu Hacı Abdullah'ta yediğimiz öğle yemeği idi biriktirebildiğim. Nereden bilebilirdim ki sonun o kadar yakın olduğunu.

Belli ki sen yaşarken hayırlı ve iyi bir evlat olamadım bencilliğimden, sen ise hiç bir zaman yardımını, sevgini esirgemedin benden yapabildiğin kadarı ile. Ancak yıllar sonra ben baba olunca anladım evladın ne demek olduğunu, kişinin hayatına ne kattığını.

Keşke görebilseydin torununu eminim birbirinizi çok sever, çok iyi anlaşırdınız.

Geçmişe bakıyorum şimdi, sana bir kere baba dememiş, doya doya sarılmamışım sana, kaliteli zaman geçirmemişim seninle.

Şimdi ise istisnasız her günüm seninle geçiyor geçmişi ve yaşanamayanları anarak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Köprü


Avuçlarının içinde sımsıkı tuttuğu 50 TL'ye baktı. Bu, elinde kalan son parasıydı. Taksiciye parayı uzatırken dudaklarından “Hakkını helal et!” cümlesi döküldü. Yaşlı şoförün boş bakışlarının arasında, kapıyı hızla açtı ve trafikte dakikalarca sabit bekleyen arabaların arasından koşarak yolun kenarındaki bariyerlere vardı.


Kasım ayına göre normalin çok üstünde şiddetle yağan yağmurda sırılsıklam bir şekilde bariyerin üzerinden, o cüssede bir kadından beklenmeyecek şekilde atlayıp iki metre ilerisindeki pervaza geldi.


Yağmurdan akan rimelinin içinde simsiyah olmuş gözleri ile son kez İstanbul'a baktı, kapkara olmuş havanın arasında Kız Kulesi’ni, Ayasofya'yı zar zor seçebildi. Gördüğü binalar, yoldan geçen arabaların çıkardığı uğultu ve hareketlilik ona çok anlamsız geliyordu. Ait değildi buraya, bu dünyaya. Sonra başını aşağı eğdi. Metrelerce aşağıdaki denize baktı, yüzünde acı bir gülümseme belirerek.


İsmi Melek'ti. Aslında doğduğunda babasının onu nüfusa yazdırdığı isim Metin idi.
Fatsa'lı Metin!


Hikâyesi benzerleri ile aynıydı. Fiziksel olarak ona atanmış erkek vücudu içinde, hormonları, duyguları, hisleri ile bir dişi gibiydi. Küçükken kızlarla daha yakındı, onlarla oynamayı severdi. Oturduğu mahallenin bitirim çocukları bu sebepten çok alay ederlerdi Metin’le. Bir akşam bir kız arkadaşından aldığı bebekle oynuyor diye babası onu e eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. Kanlar içinde kalmış, yaşadığı acı ve gördüğü şiddetten ürkmüş, işin kötüsü de anlamamıştı nedenini.


Hislerini bastırmaya çalışsa da fiziği farklı olsa bile kendi içinde bir kız çocuğu gibi gelişti.
Lise'de ilk aşık olduğu kişi iki sınıf üst dönemden Ahmet’ti. Açılamadı tabii; söyleyemezdi, örflere adetlere tersti, bir duyulsa barındırmazlardı onu oralarda.


18 yaşında evden kaçtı İstanbul’a gitmek için. Hareketleri, tavırları iyiden iyiye kadınsı olmuştu. Saklayamıyordu artık vücudu çoşan hormonlarını. Giyim kuşamı da değişmişti.


İş aradı; başvurularının hepsinde hor görüldü, dışarı atıldı, küfür edildi. On a kucak açan, arkadaşlarım dediği travestilerin yanında kaldı, onların ev işlerinde yardımcı oldu ilk başlarda üç beş kuruşa.


Yaşamdan tek istediği toplumun onu kabul etmesi, ön yargılı olmaması, seçimine saygı duyması ve şahsiyetli bir yaşam sürmekti. Artık erkek gibi görünmek de istemiyordu. Zamanı gelince, kıt kanaat biriktirdiği parayla hastanenin yolunu tuttu.


Hastanedekiler ona sanki bir ucubeymiş gibi bakarak, ve ses tonları ile aşağılayarak davrandılar. Kararlıydı ama, ameliyatı olacaktı, isteği kesinlikle buydu. Sonuçta özgür bir ülke değil miydi burası? Bu yoldan daha evvel geçmiş meşhur şarkıcıyı bu toplum “Diva” diye kabul etmemiş miydi nihayetinde?


Başvurusu sonunda, kanunlara takıldı. İşler sandığı kadar kolay değildi. “Üreyemeyecek” durumda olması şarttı. Ayrıca bir psikiyatriste kendisinin kadın olarak kanıtlaması gerekiyordu hukuksal gereklilik olarak. Teoride özgür, pratikte mahkum idi toplumun koyduğu baskın kurallara.


Önce vasektomi, sonra psikiyatrist, sonunda da ses telleri, göğüs ve testis ameliyatlarından geçti. Görünüşü her şeyiyle kadındı artık.


Geçmişti ama yaşadıkları kolay değildi. Nüfus cüzdanının pembeye çevrilmesinden tutun, askerî muayeneye kadar yaşayabileceği, hazmetmesi en zor deneyimleri yaşadı.


Bir sürü işe başvurdu bu sefer kadın olarak. Yine hiçbirinden sonuç çıkmadı. Onun tanımı, yeri yoktu herkesin kabul ettiği sözde “modern” yaşamda.


Mecburen para karşılığında erkeklerle birlikte olmaya başladı. Dövüldü, tartaklandı, zorlandı, üzerinde sigara söndürüldü kimi zaman. Şikayet edebileceği yer de yoktu. Coplandığı, kovulduğu, aşağılandığı, çok olmuştu daha önce almaya çalıştığı yardım denemelerinde.


Suçu transseksüel olmaktı; hayatını Metin olarak değil, Melek olarak, kadın olarak ama herkes gibi şerefli ve namuslu bir şekilde sürdürmek istemesiydi.
Kurallardı onu bağlayan: “Erkek erkektir, kadın kadındır, başka açılım yoktur, olmamalıdır!”. İnsanlara koyun gibi dayatılan, çizgide kalmalarını sağlayan, toleranssız, kabulsüz, sıra dışı olanları parmakla hedef diye gösteren, suçlayan, dışlayan kıt kafalıların dünyasıydı bu.


Geçmişte babasının onu sırf bu sebepten, dövmesi ve ondan sonra onu evlatlıktan dışlaması geldi aklına tekrar.


Koşarak iki polis yaklaştı Melek'e. “Sakin ol, yapma, atlama, değmez! Sevenlerini, arkada bırakacaklarını düşün,” diye bağırdılar.


Döndü anlamsızca onlara baktı. “Alın başınıza çalın o saplantılı, kuralcı ve iğrenç toplumunuzu,” diye geçirdi içinden.


Melek son kere uzağa baktı, sonra gözlerini kapadı. Tutunduğu köprü pervazından kendini aşağıya bıraktı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Yaradılış



Malum çoğumuz merak ederiz, öldükten sonra ne olacağız, nereye gidiyoruz? reenkarnasyon meselesi, tekrar hayata dönecek miyiz, döneceksek ne olacağız, yeni çevremizde bu yaşamdan kimseler olacak mıyız diye?merak hep ilerisi, hep ilerisi...
Kaçımız düşünmüştür acaba doğmadan evvel nerdeydik ne yapıyorduk diye?


"Past is past,there is no deal to think ab...out it as you can not change it" diye şemşiye girmiş ve açılmış söyleminin kibarcası var ama yine de bir yılbaşı gecesi bu konuda bomba bir senaryo ürettik:

Zaman olgusunun olmadığı, uçsuz bucaksız bir vadi düşünün, vadide kat trilyon tane bebek ruh bulunuyor, hepsi sarıp,sarmalanmış,(üzerinde nazar boncukları:) başlarında bereleri, ağzında emzikleri aynı anda yanyana yatıyorlar. Yukarıda dev monitörler 200.000 yıldır sürekli yayında, opsiyonları belirtiyorlar:


"tarih -200.000, dünyaya homo sapien yollayacağız,kontenjan 2,kimler ilgileniyor?"
Başlıyor bazı bebek ruhlar ellerini hareket ettirip, ebelep gübelep deyip gitmek istediklerini belirtiyorlar.Hoop 2 kişi seçiliyor aynen dünyaya postaaa. Bazıları da hiç talip olmuyorlar haklı olarak mal gibi 2 kişi, sürekli dırdır, onca vahşi hayvanın arasında, çırılçıplak etleri dötleri ya soğuktan donarak , ya sıcaktan pişerek yaşayacağıma,mağaralarda yatacağıma, giderim 21.yy de doğarım mercedesime binerim lüks içinde ipadler,iphonelar,...kalabalık içinde yaşarım daha iyi diyor ve susuyor

Monitorler yıllar içinde sürekli çalışıyor bu arada:
"Yıl 1100 küsür, kontenjan 1; konum:Moğolistan,isim Cengiz han,ilgilenenler?"bebekler başlıyor ebelep gübelep e,hop bir kişi daha
"yıl 1600 bilmem kaç,konum Italya, isim:galileo,ilgilenenler?"
......
Olay böyle sürüp geliyor,sonra bir gün:
"tarih 1/7/1967,saat 12.40,yer:Istanbul,isim:R.Zara"
Hoop benim mal ruhum atlıyor ortaya, seçimi kazanıyor,hoop Istanbul Etfal'de MZ'nin rahminden pörtlüyor:)

Şimdi senaryo böyleyse benim merak ettiğim 2 konu var:

1.-198.033 yıldır (=-200.000+1967) yanyana vakit geçirdiğim onca bebek ruhtan bir tanesi "oğlum,sen geri zekalımısın,bırak lan atlama daha iyi seçenekler var, bak lan Pamela Anderson'a(!!) talip ol illa bugün gideceksen diye beni niye engellememiş olabilir?

2.Veya hani derler ya "beterin beteri vardır" diye, o zaman beter RZ ise, bebek ruhumun oradan yana yakıla kaçıp,bana atlamasına sebep olan "daha beter" ne olmuş olabilir acaba?

Eh düşünceler sen nelere,ne yaratıcılıklara kadirsin..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Tesla – Nobel – La Paix Üçlemesi

Matiş bana dönerek, “Yani enişte, beni kurda kuşa yem edeceksin bu gidişle,” dedi.

“Hayırdır, ne oldu?” dedim.

“Sorma.”

“Ne oldu yine sapıklar seni otele mi atmaya mı kalkıştı?”

“Tabii sen de haklısın. Millet beni görünce hayvani dürtüleri tavan yapıyor herhalde.”

Matiş, komik, cabbar, namuslu ve iyi kız. Kendine iyi baktığı, ama diğer taraftan iddialı giyindiği için erkek arıların, kraliçe arıyı kovaladığı şekil, sürekli talep görmekten muzdarip.

“Anlat bakalım bu seferki hikâyen ne Matiş? ”

Başladı anlatmaya:

“Ya geçenlerde tanıdıklarım bana bir bağlantı yarattı iş için. Bir abi var, onunla görüş, belki beraber çalışabilirsiniz, dediler.”

Anlatmaya koyuldu sonra:

“Adamla kontağa geçtim. Buluşalım konuşalım, dedi. Tamam, dedim. Gün ve saat ayarladık. Neyse adam beni almaya geldi. 5.20 bir BMW. Açtım kapıyı, bindim arabaya, oturup sonra döndüm adama baktım. Bakar bakmaz da kafamı çevirdim, bir kapıya, bir kapı koluna baktım, içimden arabadan atlamak geldi. Adam bildiğin zombi, neandertal adamı, Quasimodo kıvamında bir adam. Korktum yani. Arabadan da atlayamıyorum, beni buluşturtan tanıdıklara ayıp olmasın diye.”

Güldüm. Heyecanlı heyecanlı anlatmaya devam etti:

“Adam sordu bana nereye gidelim diye, ya zaten Bağdat Caddesi’ndeyiz. Buralarda size uygun bir yere gidelim dedim. Bir yandan da düşünüyorum, nasıl bir an evvel vınlasam diye.

E nasıl buldun, dedi adam. Neyi dedim. Adam eliyle kendini göstererek; beni tabi ki, dedi.

Anlamadım? Nasıl yani, siz yanlış anladınız herhalde, iş konusunu görüşecektik,

İş mi? Demek iş, iş ha? Peki, dedi. Sonra döndü, Greenpark’a gidelim o zaman.

Tamam, dedim.

Yolda gidiyoruz, bende jeton düştü. Ya bu Greenpark Otel’den bahsediyor. Ulan yine çıktı bir manyak karşıma. Bir yamukluk hissedersem gününü gösteririm diye düşündüm. Neyse geldik Greenpark'a. Adam başladı otelin içinde bir komiye bağırmaya:

- Ahmet, Ahmet! Neredesin oğlum, gelsene!

Komi koşarak geldi şaşkın şaşkın,

- Oğlum neredesin yahu!

Komi Ahmet adama baktı. Belli ki adamı çıkaramadı ama renk de vermedi çok.

Müşteri vardı, dedi komi.

Bize kafede bir masa ayarla bakayım koçum, dedi. Neyse bir masaya oturduk, kahve sipariş ettik. Adam anlatmaya başladı.

- Bak kızım, benim Amsterdam'da, Paris'te, Roma'da evlerim var. İstanbul'da da 6 tane evim var.

- Maşallah. Allah arttırsın. (Bana ne lan senin evlerinden, al bir tarafına sok!)

- Çok da zenginim. Sen Einstein'in IQ su kaç biliyor musun bakayım?

- Ne bileyim. 165-170 falandır herhalde.

- 168. Benim IQ 'um 175!

-Bravo! (Senin IQ 100 olsun, öp başına koy dallama!)

- Ben şu aralar, elektrikli araba üzerinde çalışıyorum.

- İyi de o zaten var? (Baba ramazan topu gibi sallıyor.)

- Yok öyle değil, bu elektrikli araba 1000 km. menzilli. Onunla beraber elektrikli uçak tasarladım.

- Elektrikli uçak??? (Totoş, uçakla radyo kontrollü maketleri karıştırdı herhalde.)

- Tabii, Çinliler geldi tasarım için bir buçuk milyon dolar önerdiler. Güldüm, geçtim. Sonra geçenlerde Ruslar geldi. Elli milyon dolar istedim, tamam dediler. Yani anlayacağın, bir iki haftaya elli milyon dolarım daha olacak. Bill Gates'ten daha zengin olacağım!

- Cidden mi? (Kaledeyiz ya baba sallıyor)

- Sen Tesla'yı tanıyor musun?

- Tesla? Hani elektrik mühendisi, fizikçi, elektrik, akım...? Nikola?

- Tabii ya, ben onunla sürekli irtibattayım... (Ha??!??)

- Yani kızım, böyle zengin, akıllı, varlıklı adamı reddediyorsun. Seneye de gör bakalım 2017 Nobel ödülünü kim kazanacak? Kafanı duvara vurursun sonra ben bu adamı reddettim diye. (Tez elden tası tarağı toplayıp vınlamak lazım.)

- Yok benim size bakışım abi gibi. Şey geç oldu gitsek mi?

- Pekala, ben seni bırakayım o zaman.

- Yok, yok zahmet etmeyin.

Kaçış o kaçış. Arkama bile bakmadım.

Sordum Matiş’e:

- E, telefonun var onda. Evini biliyor, ya adam sana sararsa?

Var ya, işte o zaman salon çizgimden çıkar onun anasının...!!!

Zavallı Matiş bütün deliler nedense onu buluyor diye düşündüm. Diğer taraftan da eğer dışarıdakiler bu kafada ise La Paix'deki etiketli deliler nasıldır diye içimden geçirmeden edemedim.

Aman kimle ne konuştuğunuza gerçekten dikkat edin!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Binbir


Cuma gecelerimiz genelde Taksim / Beyoğlu'nun o zamanki trendy underground gece kulüplerinde geçerdi. Zaman zaman artist Celal, kız arkadaşına yan baktı diye, kalabalık olmamıza güvenerek içtiği bira şişesini kırar aklınca “Rebel Without a Cause”* tadında kavga çıkarmaya çalışır ama işin özünde her zaman “ses var görüntü yok” karakterini ortaya koyardı.

Dinç, yaptığı kendine özgü rahat danslarla kızların sempatisini kazanırken, mekândaki bitirim ve ağır erkeklerin de “Ulan su hıyarı bir dövsek ya” diye kendi aralarında konuşmalarına sebebiyet verirdi. Normaldi tabii. 90’ların ortasında, günün anlayış kurallarına uymayacak halay pantolonları, çıplak üste giydiği yelekler ve şelale saçlarıyla tam bir “pipimin anteni” vaziyetinde ortalarda gezinirdi.

Esas arıza ise bendenizdim. Sessiz ama içinde fırtınalar kopan, Dinç’i, dövmeye kalkacak diye sorgusuz sualsiz adamlara yumrukla dalan lavuğun tekiydim. Bu ve benzer manavlıklardan dolayı ,kulüplerin bodyguard’larından yediğim dayakların sayısını bilmiyorum dahi.

Gençtik, fırlamaydık, deliydik ama enteresan bir üçlüydük.

O gece gidilen mekân Roxy idi. Yine sabah üçlere kadar mekânda kalınmış, çıkışta da içtiğimiz içkilerin üzerine Kızılkayalar’a ıslağa doğru yola çıkılmıştı.

Tam orta yolda, Number One mı desem, 4’lü bir şey mi desem, adını şimdi hatırlayamadığım bir gece kulübünün – hatırladım 1001 - yanından geçiyorduk. Duymuştuk burayı, ama bir turlu fırsat bulamamıştık bu travesti kulübüne gitmeye.

O akşam kafa zom iken, içimizden biri “haydi, beş – on dakikalığına girelim,” dedi.

Amaç burada ful gırgırdı. Hesaba göre on dakikaya kadar, “Ulan bu adamlar taşşağa gelmişler, para harcayacakları yok. En iyisi atalım bu labunyaları,” diyecekler ve mekândan şutlanacaktık.

Garson bizi içeri buyur ederken biz pis pis sırıtıyorduk.

Kapıda bir anda 1,85 boylarında gece kıyafeti giymiş taş gibi bir kadın (!) belirdi. “Ulan bu ne!” dedim, “Bu ne güzellik!” Günümüzün genç kızlarına abartısız sekiz kere çakacak şekilde alımlı, güzel giyimli bir şeydi, ne yalan söyleyeyim .

Tek farklılığı, topuklu da olsa yaklaşık kırk beş numara, Kon Tiki salı benzeri topukluları ve bir erkeğin olmazsa olmazı büyükçe adem elmasıydı.

Hatun kişiyi geçtik. İçeri girdik. Sağa - sola baktık. Bazı masalarda kamyoncu kılıklı amcalar, travesti konsomatrislerle resmen derin flört durumlarındaydı. Ulan bu adamlardaki acaba neyin kafası, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Şimdi ise aklıma Recep İvedik’teki kırık kamyoncuyu anımsatıyor.

İçimden kıkır kıkır gülerken, bara doğru yürüdüm. Bir anda sağıma ve soluma birer travesti peydahlandı.

İlk defa kendimi Brad Pitt tadında hissetmeye başladım. İki çakma afet, herhalde “Ulan bu ayı beni ne kütürdetir, diye düşünüyorlardı. İstenmek herhalde böyle bir şey diye düşündüm.

Çaktırmayacak, ama diğer taraftan da maksimum eğlenecektik. Ta ki atılana dek. Roller ve ortama uygunluk sürmeliydi anlayacağınız.

Barda dururken travestilerden biri kulağıma eğildi. “Ben daha güzelim; ne yapacaksın o kıroyu,” dedi. “Ulan anında sattı arkadaşını” derken, gülmekten altıma yapmamak için zor tutuyordum kendimi.

Bu sefer diğer kulağıma öteki eğildi:

“O Zagor lan, Zagor Tenay. Namı diğer Baltalı İlah. Ne yapacaksınız? Baltaları mı çarpıştıracaksınız?” diye aleti kestirmediğini ima ettiğinde, artık dayanamayıp, ağzımdaki içkiyi püskürerek gülmeye başladım.

Elemanın “Lan ne gülüyorsun lan” demesiyle birlikte, baş garsonun bizim mekâna dalga geçme niyetliyle geldiğimizi anlaması ve kibarca mekândan siktir olmamızı söylemesi bir oldu.

Eti, vücudu deldirtmeyip, ağız yüz düzeltme seansına girmeden mekândan vınladık.

E, malum; erkekliğin onda da dokuzu gerektiğinde vınlamaktır.

Zagor ve baltalı konusu o yıllardan beri hep gülümsememe sebep olan birer unsur olmuştur.

Düşünüyorum da ya baltaları çarpıştırsaydık

İiiyyyykkkkkkkkkkk!!!

Ha, bir de o gün oradan darbesiz, dayak yemeden çıktık ya, o da mucizedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Yusuf ile Celal



Rumeli kavağının dibindeki kayalıkların yamacındaydı ufak kayıkhanesi. Beyaz boyaları dökülmeye başlamış olan GAZİ ismini verdiği yadigâr kaydığının yanından geçti, ağları usulca yana itti. Aradığı oradaydı. İki sene evvel bıraktığı yerde duvara yaslanmış durmaktaydı yadigâr tahta masası ve iki taburesi.

Yaklaşık bir buçuk saati daha vardı ama şimdiden heyecanlıydı. Dikkatlice masayı ve tabureleri kayıkhanenin dışına çıkardı, denizin hemen kenarına kurdu. Solmuş, yadigar çiçek desenli muşamba yemek örtüsünü yine serdi daha evvel defalarca yaptığı gibi.

Yusuf, doğma büyüme Kavaklıydı. 60'lı yaşlarının sonunda olsa bile, balıkçılıktan dolayı sırım gibiydi, sağlıklıydı. Yalnızca sol bacağı sekerdi yirmili yaşlarından beri.

Tekel bayisinden aldığı, siyah torbaların içine koyulmuş iki büyük rakıyı usulca masaya koydu. Domatesleri doğradı, ekmekleri kesti, beyaz peynirleri hazırladı. Dolaptan da yakalayıp bugüne özel sakladığı en irisinden iki lüferi çıkardı. Vermemişti en iyi balıklarını balık lokantalarına bugün. Ne de olsa özel bir gündü.

Yine bir sene sonra, canı gibi sevdiği Celal ile görüşecekti, özlemişti çok onu.

Mangalı hazırladı. Son olarak da Celal'in keyfini mutfaktaki dolabından çıkarıp dışarıdaki masaya getirdi.

Her şey artık dört dörtlüktü. Nasıl olsa daha vakit var diye sigarasını yaktı ve taburelerden birine ilişti. Uzakta denizin üzerinde avını yakalamaya çalışan martıyı seyrederken geçmişe, yaklaşık kırk sene evveline gitti.

Hava indirme tugayında komandoydu. Sabaha karşı garnizonda görev emrini almışlar, hazırlıkları tamamladıktan sonra havalimanında bekleyen DC -3 Dakotalara bindirilmişlerdi,

Atilla harekatı idi gittikleri, belki 10 sene gecikmeyle gittikleri ama ne olursa olsun artık gidebildikleri,

Düşman Sampson'un Eoka'sıydı. Dur diyeceklerdi katliamcılara; güvenliğe alacaklardı artık azınlıkta olan Türk halkını. Uçakta oturduğu yerde beklerken cebinden bir çiklet çıkardı, tam ağzına atacakken karşı sırada ona bakan sarışın askerle göz göze geldiler. Gülümsediler birbirlerine. “İster misin?” diye ima etti Yusuf beden diliyle. Karşısındaki genç kafasını “Evet” anlamında salladı. Böldü sakızını bir parçasını, ona uzattı.


20 Temmuz 1974'te, az sonra paraşütle Gönenli'ye atlayacakları o önemli günde tanıdı Celal'i.

Sabah altı buçukta yetmiş beş komando ovaya indi. Görevleri Beşparmak Dağı’nda Rum mevzilerini bertaraf etmek ve deniz üzerinden yardım gelene kadar ele geçirecekleri mevzileri korumaktı. Çatışmalar şiddetliydi. Düşman sayıca fazla olsa bile, aldıkları özel eğitimler sayesinde muvaffak olabiliyorlardı.

Akşam on sularında siperlerine Rumlar saldırdı, çatışmalar göğüs göğse devam ediyordu. Yusuf aniden Celal'in arkasında onu öldürmek için tüfeğini doğrultmuş Rum askerini gördü. Hemen G-3 ünün tetiğine asıldı. Rum askerini vurmuş, Celal'i kurtarmış ancak gelen serseri bir mermiden dolayı sol ayağından ciddi şekilde yaralanmıştı.

Celal, yaralı Yusuf'u kaldırıp omuzuna attığı gibi geriye sıhhiye erlerinin yanına götürmüş, arterinde oluşan aşırı kan kaybı sebebiyle ölümün eşiğine gelen arkadaşına zamanında müdahale ettirip onun hayatını kurtarmıştı.

İşte Kıbrıs Barış Harekatı’nın o ilk gününde filizlendi Rumeli Kavaklı Yusuf ile Antalya Serikli Celal'in dostluğu, kardeşliği.

Askerlik bittikten sonra da görüşmeye devam ettiler. Memleketleri birbirinden uzak olsa da, söz verdiler birbirlerine. Ne olursa olsun, bundan sonra her 20 Temmuz'da akşam dokuzda buluşup anılarını yad edeceklerdi.

Kırk yıl boyunca, eksiksiz bir sene Serik'te, bir sene Kavak'ta buluştular can dostlar. Dinlediler birbirlerinin o sene içinde yaşadıklarını, yad ettiler Kıbrıs'ı.

Yusuf saatine baktı, saat 21:00'e geliyordu. İnecekti birazdan tepedeki basamaklardan Celal, eli kulağında idi,

Ancak buluşma saati geldi, yoktu Celal ortada. Geç kalmazdı. İkisi de hiç geç kalmamışlardı şimdiye kadar buluşmalarına. Dakikalar geçtikçe Yusuf içten içe kendini yemeye başladı; geldi, gelecek diye sıkıntısını bastırmaya çalıştı.

1997'de yaptıkları konuşma geçti aklından. Eğer biri saat ona kadar gelmezse, Hakkın rahmetine kavuşmuştur demektir, demişlerdi. Bir anda Yusuf'tan soğuk terler dökülmeye başladı. Kalbi sıkışıyordu.

“Yapma Celalim. Yalnız eyleme beni bu dünyada. Ne olur gel! Bak; başlığımız, rakımız bekliyor. Bırakma beni geride aslan yüreklim!” sözleri döküldü hıçkırarak ağlarken.

Masayı elinin tersi ile dağıttı. Kırılan kadehlerden elleri kesildi, kan oldu. Tabureleri tekmeledi, “Gel artık, ne olur gel!" diye haykırırken.

Sonra yere yığıldı, katıla katıla ağlayarak. Can dostu Celal o gün gelmedi, Rum'un vuramadığı bedenini çağın vebası zapt etmişti. Celal dört gün evvel Melek olmuştu.

Yusuf bayıldığı kayalıkların üzerinde sabah güneşiyle uyanırken gökyüzündeki bulutların bir el şekline büründüğünü gördü. Can dostu Celal belli ki kadim kardeşine veda ediyor, ona her şey için teşekkür ediyordu. “Işıklar içinde uyu dostum. Ben yanına gelene kadar kendine iyi bak,” dedi Yusuf.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Sizler “Uzaylı” Yaşamlarınıza Takılırken..


Bugün sosyal medyada farklı bir şey var mıdır diye baktığımda yine aynı gezilen yerler, futbol, yenilen yemekler, güzel boy fotoları, ....menüsünü görünce aklıma yolda gelmiş bir hikayeyi yazayım istedim, bakalım beğenecek misiniz:

..........

Bir yaz akşamı yirmili yaşlarda bir delikanlı, babası ve amcası balık yemeğe gitmeye karar vermişler. Değişik bir yer deneyelim diyen bu aile, oturdukları semte yakın bir yerde deniz kenarında sayıları oldukça az kalmış içkili bir esnaf lokantasına gitmişler. Oturmuşlar, mezeler, içkiler söylenmiş, konular konuları açmış, sohbet derinleşmiş ve politikaya gelinmiş.

Genç adı üstünde delikanlı ya başlamış hükümetin tasvip etmediği icraatlarından bahsetmeye. O esnada masaya servis yapan garson delikanlının yorumlarından, fikirlerinden rahatsız olmuş, servisi tamamlar tamamlamaz, koşup yazıhanesinde oturan ustasının yanında almış soluğu. Gerçekte esnaf olan ancak serde kendini alperen, hakim, polis, kahraman hisseden bu arkadaş yakın zamanda yeni kurulmuş ve 7 gün/24 saat prensibi ile çalışan staat polizei / gestapo /Sa /devrim muhafızları tadındaki güvenlik birimine telefonla durumu bildirmiş. Bu örgütte çoğunluğu geçmişinde girdiği lise imtihanlarını kazanamayıp, hükümetin yönlendirdiği anti seküler okullarda belli doktrinlerle yetişmiş kişilerden oluşmaktaymış.

İhbar telefonunu alan bu örgüt hemen lokantaya bir ekip yollamış. Lokantaya gelen bu güvenlik memurları, esnaf ustanın yönlendirmesi ile delikanlının başına üşüşmüşler.
"Kalk, seni götürüyoruz, bizimle geleceksin" diye başlamışlar genci çekiştirmeye. Genç "hoop! ne oluyoruz? bırakın beni" diye mücadele ederken, olaya genci doğal olarak evlat iç güdüsüyle korumaya çalışan baba ve amca girmiş. Olay kızıştıkça kızışmış, sonunda güvenlik örgütündeki adamlar, kendilerine verilen sorgusuz infaz kriterleri paralelinde,silahlarına sarılıp ailenin tüm fertlerini oracıkta vurup öldürmüşler.

Öldürülen bu fertler en yakın hastanenin morguna sevk edilirken, normal şartlarda hastane acil servisleri kapısında bekleyen muhabirler cesetleri görünce olayı soruşturup öğrenmişler. Öğrenmişler öğrenmelerine de "ulan bunu bizim yazmamız yasak, zaten sansüre takılır, biz başka haber arayalım deyip olayı kapatmışlar.

O esnada hastanenin dışında yolda sigarasını tüttürüp yürüyen bir kişi gözü yoldan geçen arabalara takılmış ve
"ya iyi oldu bu kadınların elinden araba sürme yasağının kalkması, ya aslında artık şu iş hayatlarından el çektirilmeleri de iyi oldu, otursunlar evde 3'er '5'er çocuk doğursunlar" diye düşünmüş.
.......
Hikaye ya işte böyle..


Oldu mu? Yok ya saçma oldu, yoktur böyle bir Dünya..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Birader Elin Çinlisine Karşı



Bizim birader Paris'e fuara gitti geçenlerde,anlatıyor:


...Gittim fuara, şey ettiğimin fuarında bir tane wc var.baktım dolu bekliyorum dışarıda..
2 dakika sonra Çinli'nin biri çıktı wc'den, ben girdim, ama girmemle çıkmam bir oldu, koduğumun çekik gözlüsü, banamısın demeden kenefin beyaz tarafına, öğleyin yediklerinin topogragyasını, mona lisa nın badem gözlerinin üzerindeki kaşları benzeri kahverengi kahverengi şeritlemiş..


Hemen Çinli öküzün peşinden bağırmış:
"Hey, you"


Adam dönmüş, ben mi edasında eli kendini göstermiş..


Bizim birader,malum sanat eserini amcaya göstererek:
"What is this?" 


(Ulan amk ne olacak herif sıçıp batırmış işte, bizim biraderdeki cesarete bak hele, adam karateci çıkar, judocu çıkar, hiççç kofralar nasıl atmışsa artık..)


Çinlide herhalde bizimkini sivil gendarmarie falan sanmış tırsmış:)


Bizim birader devam etmiş:
"Come here!" ( ulan cesarete bak hala devam ediyor)


"Clean this shit! (:)) gulermısın ağlarmısın)


Çekirge sifonu çekmiş, ama nafile yemekte ne yemişse artık,tutkal gibi yapışmış,çıkmıyor..(iğrenççç)


Bizim ki buyurmuş;
"Not the flush, use the brush,brushhhhh" (vay babam be)


Belli Çinli yurtdışına ilk defa çıkmış, gıkı çıkmadan istenileni yapıp olay mahallini cillop gibi yapmış..


Bizim ki son bir kere buyurmuş:


"Now, you can go"


Ya ne taşaklı ağabeyim varmış da haberim yokmuş meğer .

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Priceless


Yer: Bolluca Merkez sakal ve ustura ile saç kazıtma:= 15 TL;


Yer: Istanbul Merkez ,bir AVM içi sakal ve ustura ile saç kazıtma= 65 TL


İkisinde de kullanılan jilet: Wilkinson


İkisinde de geçirilen süre aynı..


Bolluca'da çay ikram, diğerinde babafingo tatlısı... 


Istanbul Merkez'de "ekstra ayaküstü geçirme" PRICELESS

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Körler, Sağırlar Birbirini Ağırlar


Yaptığım işin yapısı gereği çevremde benden en az 10-15 yaş küçük erkekli/kızlı çok arkadaş var. Günümün büyük bölümünü onlarla geçirdiğim için ve yemek,seminer,davet gibi belli sosyal okazyonlarda iş harici konulara , ki konuların çoğu yaşadıkları ilişkiler/evlilikler üzerine, değinildiği için onları dinleme ve durumları benim zamanımla karşılaştırma fırsatım oluyor. İşin doğrusu,yaşanılan ilişkiler konusunda çıkan sonuç çok şaşırtıcı ve üzücü.

Buna göre İlişki ;tamamen kişinin kendi hayatı için yarattığı "beklentilerin",kriterlerin "seçeceği" partneri tarafından karşılanması anlamına geliyor. İlk görünüşte bu yorumda bir sıkıntı olmasa gibi görülse bile detaya inince durum oldukça vahimleşiyor:

Kızlara baktığında "seçeceği" partnerin öncelikle eğitiminin iyi olmasını, kendi içinde bulunduğu sosyal statüyü en azından sürdürebilecek kudrette olmasını,en azından aynı statüde olmasını, iyi bir işinin olmasını, direkt olarak söylenmese bile varlıklı olmasını bekliyor, doğal olarak bu bağlamda bu gereklilikleri sağlayabilecek adamlarda hayatta biraz yol almış yani onlara göre 5-10 yaş daha büyük kişiler oluyor. Bütün bunlar tamam ise, adamda quasimodo gibi fiziksel olarak felaket bir durumda değilse checkliste göre geçer not alıyor ve ilişkiye başlanıyor.


Erkeklerde ki kriterler az ama farklı, öncelikle kız güzel olacak,bakımlı olacak, gitttikleri ortamlarda duruşuyla/konuşmasıyla sırıtmayacak kendisini küçük düşürmeyecek vaziyette ise, "aday" başlangıç için uygun diye algılanıyor.

Üzücü olan şu ki, ilk görüşte aşk kavramı, onu gördüğünde heyecandan ne yapacağını bilememe durumu, gülmekten, eğlenmekten, mutluluktan neredeyse ağlayacak durumda olunma, şehvet, beraberce çeşitli çocuksu delilikler yapma isteğinin olması, yine beraber çeşitli hedefler koyma,başarmaya çalışma mutluluğu diye bir şey yok,hele hele kişinin dürüstlük, merhamet, iyilik,..vs gibi manevi değerleri hiç mi hiç önemsiz.Başka bir (ne demekse) sosyal sınıftan(!) birisiyle beraber olmak ,kabullenecek durum değil konumunda. Olay duygudan bağımsız,full mekanik. Bir butikten giysi veya bir araba galerisinden araba alır gibi: motor iyi mi iyi, otomatik mi, dizel mi, deri döşeme, sun roof,cruise control var mı ?var,marka?iyi o zaman sorun yok mantığında. Ağabey geçen gün bir 68 model bir mustang gördüm, heyecandan öldüm aklımdan çıkmıyor,istiyorum hazzı yok yani. Kızlar "taken care of" olmak istiyorlar,erkekler ise yanlarında dolaştıracak görsel obje peşinde.

İlişkilerin 1 ayı bu şekilde değerlendirme ile geçiyor, eğer "seçilen" kişide öngörülen kriterlerde bir problem varsa hop vakit kaybetmeden olay bitirilip tekrar çevre/aile tarafından yaratılan havuzdan yeni birini seçme durumuna dönüyor. Seçim yapılıyor yani, anlaşılır gibi değil, olay seçime döndüğünde zaten otomatik olarak aşk kelimesi diye bir şey kalmıyor, duygu kelimesinden ya kimsenin haberi yok, ya da umurlarında değil.Meşhur "Aşk karın doyumuyor" lafı gibi!

Devam edelim:

Diyelim değerlendirme süreci iyi geçilmiş ve yaş 25-30 bandında ise 6-12 ay içinde ,daha birbirini tam tanımadan olay evliliğe dönüyor.Şatafatlı düğünler,"scent of a woman" müziği eşliğinde yapılan ilk tangoyla açılışı yapılan evlilik, creme de la creme semtlerde kiralık evlerde oturma, yazın bodrumlar,çeşmeler, kışın yurtdışı seyahatleri ile sürüyor ve hayat öyle daha palazlanılarak devam ediyor.Bir sonra ki adım çocuk safhası.Partnerle arasındaki paylaşım/iletişim düzeyi ise oldukça minimal.Dost ortamlarında erkeklerin purolarını yakarak ya maçlardan,ya yeni hobilerinden, kadınların ise yine kadınlarla çocukları ve yapacakları tatiller üzerine yaptıkları haremlik-selamlık sohbetler ise olayın standart bir resmi şeklinde.

Film biraz ileri sarıldığında ise yola "güven" kriterleri bazında çıkılan sözde mükemmel ilişki, monotonluk,heyecansızlık ve mekaniklik sürecinin öne çıkmasıyla erkeklerin iş yerindeki kadınlarla kurdukları ilişkiler veya yaptıkları seyahat kaçamakları ile, kadınların ise hobi olarak yaptıkları spor/sair aktivite hocaları ile yaşadıkları farklı boyutta heyecanlar ile veya erkek/kadından bağımsız aile dostları ile yaşadıkları ilişkiler ile çok farklı bir vodvil sürecine giriyor.
Tam körler sağırlar birbirini ağırlar durumu yani..
Final durumda ise olaylar ya kadının; eh ne de olsa adam benim rahatımı sağlıyor, erkeğin ise evim var, düzenim var bozmayayım mantığında 3 maymunu oynayarak idare edilmesi veya görsel olarak muhteşem bir düğünle başlayan döngünü, türlü rezilliklerin yaşandığı boşanma süreçleri ile nihayetlenmesi ile finalize oluyor.

Durum doğal acıklı ama kimse kendisinde suçu aramıyor! İlk başlarda ilişki için olmazsa olmaz diye koymuş olduğu kriterlerin bir tüm olarak çürük temelli olduğunu, aşksızlığın,sevgisizliğin yer aldığı veya tamamen mekanik şartlara dayanan ilişkilerin zaten eninde sonunda falso vereceğini insan anladığında zaman epey ilerlemiş oluyor.

Hayatta çocuk ruhunuzu hiç kaybetmemek gerekmekte,Eğlencesi ile, delilikleri ile,çocuklukları ile, yaşanılan ve tamamen heyecana dayanan ilk aşklar gibi süreçlerin hayatınızın sonuna kadar sürmesi temennisi ile..

Fuck what the environment around you cares, live a life where majority is ruled initially by your heart..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yabancı

Sordu:


"Sen üstelik azınlıksın, daha fazla korkman gerekmiyor mu senin başına gelebileceklerden? Yabancı pasaportunda var ne duruyorsun?"


Cevap verdim:


"Bak, biz korkmamayı bir yaşam biçimi olarak öğrendik: büyükbabam seyyar satıcıyken, mağazaları oldu zenginleşti, ikinci dünya savası sırasında hem varlık vergisini gördü hem olası bir Alman işgali veya Türkiye'nin Alman yanlısı Axis kuvvetlerine katılımı paralelinde yeri bile Istanbul Sutluce olarak belirlenmiş tecrit kampı ve gaz odaları tehdidi ile yaşadı. Babamın Beyoğlu'nda bulunan mağazası 6-7 Eylül olaylarında talan edildi, annemin anlattığına göre top top kumaşlar 3 er santimlik şeritler seklinde kesildi,sıfırdan tekrar başlanıldı, halam istanbul'lu bir Rum'u sevdi,evlendi.1970'lerde kocası ile beraber Kıbrıs olayları arifesinde polis eşliğinde sınırdısı edildiler.Biz azınlık olarak bunları yasadık, ama bu ülkeye, ulkeMİZE o kadar asıktık ki hiçbir zaman gitmedik, Ingiltere doğumlu annem Maureen, bu sevgisinden Meral olmayı, Turk olmayı, vatanın neresi olarak görüyorsun dediklerinde Türkiye demeyi seçti.Ne olursa olsun korkmamayı, gitmemeyi büyük bir ask ile sevmeyi sözde azınlık özde Turk olmayı sectik biz. Dolayısı ile bana ne olacaksa o olur zamanı gelince, ama bu ülkede olur, çünkü benim başka bir yurdum yok"

Beklemiyordu böyle bir cevabı,


Eklemek durumunda kaldım:


"Bir korkum var ama"


"Nedir?" diye sordu


"Tibet" dedim, "Aklı erdiğinde, görmeyi, yorumlamayı anladığında ya bu yaşananlar nedir? Gidilen yol nedir? 90 kusur sene evvel zamanına göre bu kadar ileride olan bir yer nasıl bir zihniyetler geriye çekilmek istenir deyip, bu ülkede yasamanın askını tadamadan çekip gitmesinden korkuyorum..."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Öğrenmenin Yaşı Olmaz


Hayatımın 2/3 ünü geçirdikten sonra öğrendiğim konu!

1. layer/2. layer ...x inci layer yakınlık derecesi ne olursa olsun farketmez, ailenle kesinlikle iş yapmamam gerektiğini zaten 18 yaşımdan beri biliyordum, ama bilmediğim aslında ailenden maddi içerikli veya değil hiçbir favor istememem konusu idi.


Öğrenmiş oldum 44 ümde.
Ulan bu para mevzusu ne boktan şeymiş!
"İş" işte...

Genelde pazar günleri uğrar valide hanım,beni görmeye.Konuşacak pek fazla ortak noktamız olmadığı için dönüp dolaşıp bana işimi sorar,ilk başlarda yaşadığım sıkıntılardan,zorluklardan bahsederdim, o da her zaman bilmiş edasıyla her işin zor olduğunu,kendi işininde zor olduğunu anlatır beni bayardı.Zamanla bu soru sorulduğunda "iş" işte deyip kısa kesmeyi öğrendim,sonuç itibari ile haftasonları benim sevmediğim işimi düşünmek istemediğim zamanlardı.

Valide hanıma da hak vermek lazım,sonuç itibari ile İngiltere'nin Huddersfield denilen ufak bir şehrinden gelmiş,fabrika da işçi olarak çalışmış bir babanın kızı ve çocukluğu oldukça zor geçmiş birisi olarak, üniversite okumaya Türkiye'den gelmiş birisine aşık olup tek başına Türkiye'ye gelmiş.Yıllar boyunca karakteri paralelinde gerek mağazada çalışarak,gerek İngilizce dersleri vererek,gerek Amerika'lılarla corporate hayatta çalışarak, ve en son  bir ortakla tekstil işine girmiş.İş hayatında sürekli sabah 7 akşam 7 şeklinde vargücüyle çalışmış ve 0'dan bir yer edinmiş.Gitgide tüm hayatı iş olmuş,şu anda 75 yaşında bile aynı tempoyla,aynı hırsla çalışmaya devam etmiş.Hayattan zevk almış mı orası soru işareti?

Boğaziçi İşletme'yi bitirirken hocalarımız hep "sizler Türkiye'nin kaymak tabakasınız, sizleri şirketler havada kapacaklar" demişlerdi, ama kazın ayağı öyle değildi,2-3 ay boyunca her gazete ilanına başvurdum,durum pek havalardan kapılmışım şeklinde de değildi,sonunda o zamanlar ne olduğunu bilmediğim "medya planlama" konusunda Universal McCann'de iş buldum, iş zevkli değildi, insan kalitesi oldukça zayıftı ama dönemin gelişen işlerinden birisi olduğu için her zaman yıllık olarak iyi maaş artışı aldım,riskte yoktu Genel Müdür oluncaya kadar,eski yönetim bir takım yolsuzluklarla işten uzaklaştırılınca şirketi yönetme pozisyonunu almış ve daha ilk günde ne yazık ki 108 kişilik olan şirketi 44 kişiye, nedeni benden kaynaklanmayan sebeplerden işten çıkararak düşürmek durumunda kaldım.Ondan sonra bu eski yönetimin yolsuzluklarını mümkün olduğu kadar o zamanki müşterilere teker teker açıklamak durumunda kaldım.Öyle toplantılar oldu ki, kimisi bana hırsız edasıyla bakıp karşımda tesbih çekti, kimi eski yönetimle yaptığı "enteresan" işlerin ortaya çıkmaması için işi bizden aldı, işten çıkarılan elemanlar bana "cellat" diye isim taktılar,zor zamanlardı.

İşe genel olarak baktığında reklamveren - mecra ikilemesinde aracı rol oynayıp her iki taraftanda sürekli dayak yiyen parti idi "medya ajansı".Reklamverenin hırsız diye baktığı,güvenmediği,karşımıza geçip ego tatmini yaptığı,ezmeye çalıştığı ,geçen yıllarda yanınızda çalışan çoluk,çocuğun müşteri tarafına geçip terbiyesizleştiği, kendi yaptıkları kirli işleri bu kadar açık,bilinçsiz ve pervasızca uyguladıkları,seni aptal yerine koymaya çalıştıkları bir tiyatro sahnesiydi ortam. Bu kadar paranın insan kalitesi "0" denecek adamların etrafında, çeşitli mutluluk zincirleri ile sürdüğü ve hiçbir şeyin "yaratılamadığı" bir iş koluydu medya ajansçılığı.

Gün geçtikçe bundan daha fazla nefret ettim,öyle zamanlar oldu ki aynı gemide olduğunu sandığın takım arkadaşlarım beni arkamdan bıçakladı herşeyin üstüne..

Ortam böyle olunca, doğal olarak bunlardan arınmaya çalıştığım bana bir pazar günü başkalarına normal gelebilecek"iş nasıl gidiyor?" sorusunun cevabı
"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sato

Yine bir Kasım ayının ilk günleri.. Iki senedir sevmiyorum bu zamanları,gözlerimden yaşlar süzülüyor,ağlıyorum yine bugün elimde 2 senedir sahipsiz kalan değerli dostumunun tasmasını tutarken.

 

O beceriksiz katilin seni benden ayırdığı,gecenin bir vakti o tatsız telefonun çalmasından bu yana tam iki uzun sene geçti, biliyormusun aziz dostum o günle beraber benim için bir dönem kapandı, giderken bile bana "hadi artık" mesajını vermenle beraber.. Ilk buluşmamızı daha dün gibi hatırlıyorum, üzerindeki kırmızı hediye kurdelenle daha evin içinde ilk ısınma adımlarını atarken o sevgi başlamıştı bende, akabinde bir türlü eğitime cevap verememen, ormanda sen başka köpeklerin peşinde ben senin peşinde koşmamız, ilk kirpiyi gördüğünde hem korkup hem çevresinde dönerek "bu nedir?" Dercesine havlaman, yaptığımız onca yürüyüşün ortasında yere çömezim daha adım atmayıp benim yüzüme bakıp kendini taşıttırman, sana saldıran başka köpeklere karşı hiçbirşey yapmayıp seni defalarca korumak durumunda kalmam, bir öküzün boynuzları arasından seni son anda almam, zaten hiçbir zaman anlamadım kim kimin efendisi diye:)

 

Varsın olsun, bu dünyada senin sayende öğrendim karşılıksızlığı,çıkara dayanmayan o sonsuz ve ulvi sevgiyi,aşkı,dostluğu...

 

Benim için sen bir köpek olmadın hiçbir zaman, insandın, hatta insanın dibiydin,bir mesajdın hayatımda.Umarım cennette mutlu mesutsundur aslan dostum SATO, seni çok özledim RIP:( Beni soracak olursan, bu yakada değişen birşey yok dostum, insan kılığındaki köpeklerin çirkeflikleri,hesapları,çıkarları, sevgisizliklerine, yalanlarına bakıp gülerek süremi dolduruyorum... Ileride görüşmek umuduyla..

 

 

 

 

 

 


Basitlik Üzerine


Basit,sade,net,ne istediğini bildiğin ve risk aldığın yaşam tarzı;bunlar yaklaşık yarım asırlık sürede hayatın bana doğru veya yanlış başıma gelen değişik okazyonlar sonucu tarz olarak benimsememi kafama kalktığı olgular."pişmanlık","geçmiş" ve "sürünceme" de birkaç senedir lugatımda olmayan kelimeler.Kimisi gerçekten çok zeki olduğu için ömrünün ilk yıllarında mavrayı kavrıyor,benim gibi kelaynakların anlaması biraz yavaş oluyor ama en azından bunu anlamadan gelip,gideceklerin olduğu veya olacağı da düşünüldüğünde hala bu yaşam tarzı paralelinde yaşayacabileceğim az da olsa birkaç sene olduğunu düşündüğümde kendimi şanslı görüyorum.

Namussuz vakit malum az,üstüne üstlük birde oldukça hızlı akmakta.Hal böyleyken,yani bu süreçte geçen her süreyi dibine kadar iyi bir şekilde değerlendirmemiz gerekirken,bizler; günlük yaşamın zaten hastalık,fiziksel veya psikolojik engeller gibi doğal yollardan bize eninde sonunda "bahsettiği" sıkıntılar yetmezmiş gibi, kendi kendimize kararsızlıklarımızdan veya sıfır riskle hareket etme gibi bir inflexibilitemiz sonucunda iş,genel yaşam,aşk gibi konularda yeni yeni ajitasyon yaratma konusunda ihtisaslaşıyoruz ,üstüne üstlükte bu yarattığımız konularıda hayatın bizim için çözmesini bekliyoruz Alaatttin'in lambasından çıkan cin misali..

"İşten memnun değilim,keşke yeni bir iş olsa,Cafe açmak istiyorum, güneye yerleşmek istiyorum,...", "A ya aşığım,ölüyorum bitiyorum ama o bilmiyor, veya B ye aşığım ama aynı zamanda evliyim", "Bir iş var ama şimdiye kadar yaptığım yatırımlar biter iş tutmaZsa" Istiyorum,bitiyorum,Bla,bla,bla..

Bir Fransız hocam var,bazı değişik konu olmasına rağmen bu konulara da birebir uyarlanabilecek iki cümlesi var, bir tanesinde " U can never stop in the middle of a ladder forever, U either have to go up or down,choice is yours", ikincisinde "when you are confused,go back to the basics" şeklinde..Kısaca basite indirge ve kararını ver diyor, amiyane tabiri ile yorumlanacak olursa, birşeylerin olmasını gerçekten istiyorsan basitce dötün yesin,çabala,olduğun yerde ne yardan ne serden vazgeçerim mantığında olma sonucu ne olursa olsun hareket et diyor. Yeni bir iş istiyorsan,bulana kadar araştır, birini seviyorsan net olarak söyle,"imkansız!!!" Aşk durumundaysan ilk önce kendi imkansızını çöz,yatırım yapacaksan birikimlerinle analizini yap ilerle.Bütün bunlarında sonucu ne olursa olsun pişman olma ve hep önüne bak.Yapmayacaksan da vıkvıklanma:)

1-2 şeyi hayatta unutmamak lazım, zorluklar içinde de yaşayabilirsin, R.Branson gibi bilmemnesi bilmemnesine denk olarakta, sonuçta bu dünyaya çıplak geliyorsun,çıplak + 1 pamuklar gidiyorsun:), malum sona yaklaştığında geriye baktığında birbirinden farkını bile hatırlamadığın binlerce gününmü olmasını istersin yoksa bak bunu yapmıştım nasılda zıçmıştım, veya mükemmel olmuştu diyebileceğin birbirinden farklı günler mi? Seçim kişiye özel,ne demişler her koyun kendi bacağından asılır..


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Çok “Erkeğiz”


Çok erkek ülkeyiz:

Ee malum erkek tarafımız ağır basıncada sex öğesi ön plana çıkıyor, önümüze gelene fiziksel,maddi, manevi acımasızca yapıştırmaya,geçirmeye çalışıyoruz.

Sizleri bilmem ama, belki çok üstüste geldiğinden, son birkaç zamandır kendimi "fahişe" gibi hissediyorum, gerçi onlarınki bir ticaret; bazında bir alışveriş var benim hissettiğim daha kötü çok tek taraflı ağır "getirin mazlumu" tadında bir şey..

Ne diyorsun kardeş diyeceksiniz doğal olarak,alın size 1-2 örnek:
Belin sakatlanmış, doğal olarak MR çektiriyorsun, sonucu 1 tane doktora götürüyorsun fizyoterapi diyor, seni kesmiyor,diyorsun fizyoterapilik basit bir şey değil, diğerine götürüyorsun, ooo baba bitmişsin sen omurgaya vida takacağız diyor, amaç takmakta, omurgaya mı başka yere emin olamıyorsun, gidiyorsun başka doktora;bilirkişi aynı MR 'a bakıyor latroskopi diyor,işin komiği hepside işinin ehli süper doçent doktorlar falan. Hesabın x3 vizite ücreti kısmını bir tarafa bırak,neyin doğru olduğunu anlayıncaya kadar akla karayı seçiyorsun..


Yemeğe gidiyorsun Istanbul'un züppelik başkenti semtine, yediğin "İtalyan lapasının" fiyatını bir tarafa bırakıyorum,onu kabullenmişin zaten, garson getirdiği toplam hesabın daha üstünü post makinesinde sana ayaküstü çakmaya çalışıyor, içki içtik ya,amca sarhoştur bir de ben geçireyim hesabı..


Trafikte adam gibi edebinle yol istiyorsun, adamın yol vermediğini biryana bırak ana avrat dümdüz ediyor,arabayı önüne kırıyor bir de çıkıp yumruk çakmaya çalışıyor,söyle bir geçireyim diyor sözde mazluma:)


Hobin var,yıllarca emek vermişsin kendini geliştirmişsin,1-2 arkadaşta sana katılmış öğrenme isteği ile,ufak bir yer açmışsın, hooppp babalar geliyor,tescil et yoksa kaparız, tescil nasıl oluyor diyorsun,şu kadar para vereceksin diyor...


Liste uzadıkça uzuyor, okul kura paraları, bilimum vergiler, sözde hayatını kolaylaştırmak için aldığın servislerin 500 sayfalık kontratlarının 369. sayfasında ufak fontlarla yazılmış maddeler, evlilikler ,boşanmalar, cenazedeki gömücüler, manevi olarak beynini "düten" elemanlar,...


İşin özü sürekli paketi mümkün olduğu kadar koruma çaban..


Diyeceksin ki başka ülkelerde bu durum yok mu?iyi kötü belli bir süre yaşamışlığım var, ben böyle sürekli orji istemi ağır basan başka bir yer görmedim..
Hakkını aldığın sürece bir problem yok manevi veya maddi bir sıkıntı yok ta, böyle minimal inputla, maksimum output demiyorum, ama ayaküstü dütülme olayı ağır geliyor..

B.Manço doğru demiş "bugünlerde kendimi hıyarrrrrrr gibi hissediyorum, hani dilim dilim doğrasalar...."

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Tayland’lı Pat


Pat 54 yaşında,Taylandlı.Kendisi çalıştığım spor salonunda Muay Thai hocası,kendisini ayaküstü yaptığım birkaç sohbet ve girdiğim bir dersi harici çok tanımıyorum.Bildiğim 11 yaşında bu spora başladığı, çeşitli ülkelerde çalışıp ders verdiği,8 kere Türkiye'ye geldiği ve anlattığı zaman gözlerinin içi parladığı torunlarının olduğu.Duyduğum kendisinin çok iyi bir müsabık sporcu olduğu ve çeşitli dünya şampiyonluklarının bulunduğu.

Bir insanı tanımak için kendisinin anlattıkları ve duydukların değilde, gözlemlerin çok değerli olduğuna inanırım.

Pat belli geçmişinde epey zorluklar yaşamış,şu anda da durumunun finansal açıdan çok çok iyi olduğunu tahmin etmiyorum ama bu pırıl pırıl büyükbabada manevi değerler olarak gördüklerimin beni çok etkilediğini belirtmem gerek. 40 yılı aşkın süre bu zor sporu en üst seviyede yapan birinin,verdiği her derste maksimum heyecanla öğrencisine en iyiyi öğretmeye çalışmasını, onca başarıya rağmen kimseye üstten bakmamasını, bir kere bile "öff bu ders nereden çıktı" dememesini, neredeyse yarı yaşındaki öğrencilerine susadıklarında koştura koştura su getirmesini,yorulduklarında havluları sallayarak serin hava yaratmaya çalışmasını, kendi görevi olmasa bile aynı spor salonunda fitness ağırlıklarını çalıştıktan sonra toplama disiplini elde etmemiş şımarık insanların çalıştıkları onlarca ağırlıkları gocunmadan yerine koymasını, her görüşünde insanlara güleryüzlü ve içten selam vermesini, ayrıca orta yaşına rağmen gençlere taş çıkaracak kadar kendine iyi bakmasını çok takdir ediyorum.

 

Pat bana her seferinde;zorlukların üstünden gelme azmi,iş ahlakı, değer verme, kendine saygı ve insaniyet öğeleri bakımından (kendisi bilmese bile) mükemmel bir rol model.


Günlük hayata döndüğümde, sürekli şikayet eden ,küfür etmeyi,insanlara kötü davranmayı, böbürlenmeyi, hava atmayı, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmayı marifet sayan, koca koca egolu,kendileri "1" iken "5" olduklarını sanan,en ufak sıkıntıda maraza çıkaran insanları görüyorum, kendilerine bakmayan, sürüklenen, değer olgusu taşımadan insanları.

 

Bazen doğal olarak ben de bu negatif enerjiden etkileniyorum, kolumu kıpırdatamayacak, enerjimin düştüğü, fikir,düşünce üretemeyen bir hale geliyorum.Tek istediğim eve gidip hiçbirşey yapmadan yatmak istiyorum, sonra...


Sonra aklıma Pat denen büyük adam geliyor, tekrar recharge oluyorum:)


Pat, thanks for "unknowingly" reminding me the core values of self respect, dignity and thankfulness.I hope you ll never lose your positiveness in this life "big grandad".

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Cabbar


Dün tanıştım, yirmili yaşlarının sonunda,genç, cabbar, rahat, özgüveni ,mizah gücü yüksek ve bilgi olarak kemik gibi dolu/donanımlı yeni arkadaşımla.


Bir cümlesinde benim biraz alttan almama içerleyip "ne o yani gencim diye bir şey yaşamış,geçirmiş görmüş olamam mı?" dedi. Sonra bir fotoğraf çıkardı, şişman bir kızın fotoğrafını gösterdi.

Meğer kendisiymiş; çok kısa ama çok sancılı geçen bir süreçte azmetmiş, 40+kilo verip bugünkü güzel ve çekici haline dönüşmüş, aslında dönüşmek değil fiziksel olarak bambaşka birisi olup çıkagelmiş. Ama aslında işin kolay tarafı olmuş bu fiziksel transformasyon, onu psikolojik tedavi görecek duruma getiren ve esas olarak hırpalayan olay manevi olarak çevresinin değişen tutumu olmuş.Zamanında onla 2 kelime etmeyen,ondan kaçan,belki arkasından konuşan, onu parmakla gösteren, gülen çevresi; bir anda 180 derece dönüp, onun etrafında hem flört anlamında, hem de her yerde beraber görülmek istenen dost anlamında,peşinde dolanmaya başlamış.Ağırına gitmiş, kaldıramamış,anlayamamış mutsuz olmuş bilgiye, manevi değerlere,kişiliğe önem vermeyip sadece görüntüye önem veren bu şekilciliğe/kaypaklığa.


Bunları duyunca aklım yine uzaklara gitti: adının baş harflerinin yazdığı kol düğmeleriyle dolaşan, hermes kemerlerinin üzerindeki iğrenç H harfini göstermek için neredeyse damgalı inek gibi alnına yapıştıran, d.perignon/blue label viskiden başka içki içmeyen, porsche'um/Mercedes'im var diye hava atmaya çalışan, boktan olsun ama "boğaziçi" diploması olsun diye okumuş olan, en baba takım elbiseleri giyip toplantılarda hiçbir fikir üretemeyen, spor salonlarında boş beyinlerini şişirdikleri vücutları arkasına saklamaya çalışan,................ zihniyetler geldi aklıma, yine beynimin kirlendiğini hissettim,bir an M ağabey geldi aklıma; gerçekten "burada artık yaşanmaz,çivisi çıkmış buranın oğlum" dediğine ne yazık ki hak vermek gerekiyor,çevremizdeki bu altın semerli şeklen olmuş veya olmaya çalışan eşekleri görünce..

Sonra rahmetlinin bir şarkısı geldi aklıma:
" insanlar yolda,vapurda,otobüste gülüyordu de,
yalanda olsa hoşuma gidiyor,söyle
hep kahır, hep kahır, hep kahır, hep kahır,
BIKTIM be"

 


Farkında Olmak


40-50 sene evvel Nişantaşı veya mudail semtlerde başlar hikaye, ilk emeklemeler, evdeki iran halılarının veya Berger koltukların üstünde üstünde olur. O Bebek hali en doğal, en şirin, en naif haldir, daha el değmemiş şekli ile.

 

Okul dönemi "klas" okullarla başlar, R.college, Galatasaray, Üsküdar Amerikanlar derken, bir sonraki adım Princeton, Stanford, London school of economics, ODTU,Boğaziçi üniversitelerinin şaaşalı İşletme/Pazarlama/Ekonomi bölümleridir, akabinde master ve uzantıları. Okul dönemi bir yarışma şeklinde, McLaren/Ferrari gibi en iyi araba ve en iyi pozisyonu alma çabası ile geçmiştir, başarılıda olunmuştur ama yaşanmış olması gereken çocukluk/gençlik dönemi genelde sub par veya ölü olarak geçmiş bilgi, snobluk, arogans olarak maksimum gelişen bu parlak insanların iç dünyası/hayat enerjisi de ters orantılı olarak o kadar sönük geçmiştir.


Bir sonra ki aşama çok uluslu firmanın alt,sonra orta kademe müdürlükleri, yurtdışında geçen expat dönemleri ve hiyerarşik olarak tekrar başlangıç noktasının en üst kademesi olan yöneticilik pozisyonudur. Artık herşey " strateji, entegre, 360 derece, konkur,lansman,iletişim, partner, rekabet....." kelimeleri ve beraberindeki yüksek finansal getiridir. Görünüşte her ne kadar arada edinilmeye çalışılan hobiler olsa da, artık tren istasyondan hareket etmiştir, tatil günlerinde veya sosyal ortamlarda bile artık iş konuşulur, kafada sürekli elle tutulmayan sanal rakamlar, paylar dolanır.

 

Finansal olarak çok mutlu olunsa da, sair/sosyal hayatta farkında olunmasa bile bir değer bilmezlik vardır. Ne dinlenen müzikten, ne güneşin doğuşunu batışını izlemenin verdiği o muhteşem hazdan, kuşlardan, hayvanlardan, doğanın sana sunduğu nimetlerini takdir etmekten zevk alınmaz ,kösele gibi olunur.

Koşuşturma ve her yaşın zevkini tam anlamı ile alamadan başlayan yaşam, gelinen önemli iş pozisyonlarına rağmen, "elle tutulur bir şey üretemeden" geçer, sanal tablolar ve rakamlar arasında sonlanır. Geriye bırakılan ve kişiyi gülümsetecek hiçbirşey yoktur döngü tamamlandığında.

Bir çiftçi vardır diğer tarafta meyve, sebze yetiştirir, hasat zamanı yüzüne bir gülümseme gelir, bu turun sonuna gelinmiştir, nihai olarak gerçek bir üretim vardır, bir ressam ,senarist,müzisyen vardır iyi de olsa kötü de olsa benim diyebileceği sanat eserleri üretir,kalıcıdır belki çok kazanmaz ama mutludur,gururludur, herşey elle tutulur çünkü, sanal değildir..


Bir de eski bir dost gibi cesaret sembolleri vardır, yolun yarısında doğruyu görüp,o kadar eğitimi, statüyü,finansal getiriyi bırakıp, değişik ama kendini mutlu edecek şekilde, şarkı sözü, kitap ve senaryo yazan gibi...


Diğer taraftan o kadar edinilmişliği binbir türlü nedenle bırakamayan yani duvarın diğer tarafına atlamayan cesaretsiz bir tayfa vardır...

Bir de hiçbir şeyin farkında olmayanlar vardır..

 

 


Haketmedik mi?


Gündem sıcak, herkes ateşli, herkes kızgın..

Sanki ilk defa karşılaşıyormuşuz, tarihimizde ilk defa olmuş gibi,ayıplıyoruz, sövüyoruz, haykırıyoruz,isyan bayrağı çekiyoruz..

Hani bir söz vardır:"Önce kendi evimizin önünü temizlemek gerekir" diye.Bir an bu meşhur rüşvet konusunu bir yana bırakıp, sözde farklı ama özde ayrı bir olguyu irdeleyelim:söylesinize içimizden biri ortaokul,lise yıllarında... kopya çekmedi mi?, bir maç veya konser kuyruğunda sıra uzun diye araya kaynak yapmaya çalışmadı mı? Emniyet Şeridinde gideniniz olmadı mı?resmi bir dairede .işleri görülsün diye "tanıdık" aramadı mı?Bir işe girmek için onun bunun forsunu kullanmadı mı?bunlar gibi günlük hayatımızda boyu sözde küçük bir sürü örnek verilebilir,sayıları çoğaltılabilir.


Hala dün gibi hatırlarım,Mark isimli Avustralya'lı expat bir arkadaşımızı bir akşam yemeğine götürürken, polisin hatalı sollama yaptı diye arabayı durdurmasını, bizim arkadaşında cezası kesmek isteyen bir polisi " beslemesini "ve Mark'ın gözlerini koskocaman açıp "Did he just brine the police?" diye sormasını...
Japonya' da en son felakette, tek bir ev yağmalanmamış bizim algımıza ne kadar ters ,ne kadar şaşırtıcı değil mi?

Ne yazık ki artık bu tip şeyler nüvemize işlemiş,artık normal diye görüyoruz ..

"Yaaa ne saçmalıyorsun,gerizekalmısın kafan mı güzel, bir tarafta adam milyon USD leri götürmüş, evinden para sayma makineleri çıkmış sen kopya diyorsun, trafik diyorsun, ikisi aynı şey mi?len yoksa sen onları mı destekliyorsun?" diyenleriniz olacak..
Açık yürekli olmak lazım, birisinde montan çok yukarıda diye olay farklılaşmıyor, özünde hep aynı şey: Hak yiyerek avantaj sağlamak..Çirkin,yanlış,kötü...suç!

Kimse sonsuza kadar kalıcı değil, iyi veya kötü her sürecin bir başlangıcı bir de sonu var, adı üstünde "süreç" zaten..

İçinde bulunduğumuz politik "süreç" bittiğinde, gelen ne kadar mükemmel olsa bile herşey toz pembe mi olacak?

Ya hakikaten ya, tamam bu politik sorun ayrı durumdan da hoşnut değiliz ama... Ama...ama..

Bizim "nitelikli", küçük büyük herkesin haklarına, özgürlüklerine saygılı, yardımsever bir toplum olmaya ihtiyacımız yok mu? Bunu hak etmiyor muyuz?Sizi bilmem ama Benim artık günlük hayatta her türlü hak yeme kotam doldu..

NİTELİKLİ bir toplum olmak için hep beraber kendi üzerimize düşeni de yapsak ya..

"1 milyon tane sorunu nasıl çözersin?" diye bir soru vardır, cevabı da akla gelmeyecek şekilde basittir :

Teker, teker..

Veya birey,birey..

 

 

 


Kafa Koparıcılar

 

A:Benim jenerasyonum W F!

B:W F ne ulan?

A:Yaw çok kurosun,oku.öğren aydınlan biraz: (W)annabee familyasının (F)emale koluyum

B:Hayatımda duymadım,neymiş bu jenerasyon,neye iyi gelir,ya kızma ama benle dassaq geçmiyorsun ya?

A: Terbiyesizz! Hadi efendilik bende kalsın,geçmiş hukuğumuza istinaden sana anlayacağın dilden açıklama yapayım:
Bizler en gencimiz 25 en kartımız 40 yaslarında Istanbul...'da yasayan zupiş kadınlarız.Eğitim seviyemiz mükemmeldir,en baba üniversitenin en dandirik,ise yaramaz veya averaj bir üniversitenin averaj bir bölümünden mezun olmuşuzdur.

 

Nispeten iyilerimiz multinational firmanın en ete süte dokunmayan biriminde, veya herhangi bir lokal firmada kendimize göre çooooook önemli "titr" lerde görev alırız.Hayatımızda iş harici birşey olmadığı için accaipppp hırslıyızdır, iş harici ( hele bir de aşk) biz sudan çıkmış balık gibiyizdir.Çok iyi arkadan kuyu kazar, altımızda çalışan birileri varsa sırf egomuzdan her fırsatta itin dötüne sokarız:) Ulus'ta PM veya SS lokantaları,ayy ne lokantası restaurant'ları, Bebek'te ki L barları en has mesken tuttuğumuz yerlerdir.Oralarda avuç içi kadar yemeğin tabağına 60 kağıt vermeden, escargot yemeye, beaujolais şarap actırıp,yıllarca FR de kav'da çalışmış gibi 2 çevirip bir koklayıp denemeye bayılırız, haa şişenin mantarı da masada duracak ona göre.Arada bir bu "gourmet" tarzı kıçımıza kaçıyor ama genelde W Male ler veya bizden 10-15 yaş buyuk kalontorlarla takıldığımız için averajda durumu idare ediyoruz.Ntaşı, Etiler'de geberik evler, veya yeni trendimiz çakma avm üstü çakma skyscraper'lardaki Americannn tarzı evlerimize maaşımızın %70 ini bağlarız ama olsun etiket iyi etiket..Bbery çizmelere, Lv çantalara,Rolex saatlere bayılırız, bir de söylemesi ayıp koca popolarımıza Vsecret gstringleri çakınca çok bir seksi oluruz.Yazları Bodrum/Çeşme kışları landınnn ama Chelsea,Fulham,Kbridge olacak,öyle amelemiyiz Oxford St de takılacağız, ve NY da 5th avenue'da takılmaya bayılırız, yaw aslında biz Americannn'ız,not Turkish yaniii.Epey de kültürlü ve seviyeliyizdir, hayatımızda bir kere duyduk ama A.rieu'nun en buyuk fanıyızdır."art" a gelince A.Warhol'dan başkası yoktur,Şşst çaktırma aslında bir onu bir de da vinci'yi biliriz,başka duymadık ki zaten.
B:vay babam vay neymiş bu W F yaw.Peki 40 yaş dedin ya sonrası?

A: aa biz aşk kadınlarıyız aslında. Ee zengin, sosyetik, eğitimini,yaşını zittiret birisini bulduk mu 2 ay içinde nişanlanır,max 6 ayda evleniriz

B: Eeee aşk dedin de, tek saydığın zengin ve sosyetik??hani sevgi?

A: ımmm..

B: yaa şuna kafa koparmaca desene yaw kısaca:)

A: Lan sen ne diyorsun,senin ananın ...#%^_\}




Game Plan


Have been quite confused with happenings in my life lately, it was quite itching and despite the "hurt" I was not concentrating firstly to define and secondly trying to solve it. Maybe I was avoiding it but in fact just thinking even little bit on the subject helped a lot:
Problems might be personal( so fuck my specific problem:)), but being general,the notes that I have gathered can be use to some... of you, so here they go:


1. Get rid of the "ghosts" (= the unpleasant past time you had! the failures, things that hurt you previosuly aka the "malheurs" that you had,just don't think about them, everybody had at least one wrong occurence in their past,so you are not the only damned one, don't talk ,even don't think about them.Accept what has happened, but do whatever you do to a bad book that you had partially or totally read!)


2.Now your limits(=Accept the Notion that you are not super Clever/handsome/.. Or a superhero that you thought that you were in your childhood.You are an average person, in fact one person out of 5 billion.Don't set "unable to reach at" objectives for yourself,do have an objectives list but make it achieveable.Live your own age, understand the realities of the age scale that you are in, this will make you avoid being stupid.


3.Never, never, never judge people(= the realities,the norms that you have, will not be true for others.Accept the people as they are, if you are having problems about accepting their way of living, then don't be around them.Nothing is weird, everything has a different value for each person and in fact judging is a form of superiority or high degree of knowledge, just think, what kind of an ego you have if you start to define what is right or what is wrong: who do you think you are!)


4.Silence is gold ( =Don't come up with unnecessary opinions to the issues that you are not involved in.It's not your problem, at the end of the day the decision about those issues will be given by their "owners")


5.Choose your environment right(=don't let people suck the energy out of you.Be around people who you really care, not with the "one off's", time is irreversible,you can not do anything to stop or rewind it, the only control you have on it is choosing the quality level of how you spend it)


6. Be focused(=Focus on the people who you really care, the work that you have and the simple plan that you have for your life, rest it just bullshit.

And Finally be blur to all meaningless happenings around you.You can't avoid them, the only thing you can do is to define the level/or blurness that you allow to interfere with you.As an advice care about yourself and to the ones that are precious to you andkeep the list of important people very low.
The more simpler and blur life, is a better life.

 

 

 

 


Tontonlar


Bayılırdım çocukken onları seyretmeye, fasulye tanesine benzer şekilleriyle 4 kişilik sevimli mi sevimli minik bir çizgi aileydi "tontonlar". Her türlü sıkıntıyı olayı, değişen şekilleri sayesinde çözerlerdi, bir de meşhur söylemleri vardı yaşıtlarımın hatırlayacağı "Hop hop Hop değiş tonton" diye..


Yıllar geçti bilinçlendik, o çizgi filmde yayından kalktı yıllar içinde değişen izleyici davranışları paralelinde. Söylemleri de kalktı gibi, daha doğrusu kalkmadı ama başka context' te bir kelimenin değişimi ile transformasyona uğradı:


"Hop Hop YERLEŞTİR Tonton" oldu yeni haliyle, Tontonlarda 4 iken sayı enflasyonuna uğrayarak, hayatımızın her anına sirayet ettiler ne yazık ki..

Gerçi onlara tonton dememek lazım, ben onlara "kekçi" diyorum, artık kim kime neyi yedirirse/keklerse..

"Hocam, nasıl yeni ayakkabılarım son model tabanı şöyle alengirli (bir şeyler söylüyor teknik olarak ama anlamıyorum),güzel mi.?."


"Güzelmiş, güle güle giy, hayrını gör"


"Fiyatı da makul: 250 TL"


"250 mi? yahu o tip ayakkabıların maliyeti 12 USD falan deniyordu!!??"
"....."
Hop, hop YERLEŞTİR tonton!! Kekçiler:1 yiyenler (by definition yemekle mükellef oldukları için):0

(Başka bir zaman)
"Vay Rob, nasılsın?"


"A nasılsın, seni gördüğüme çok sevindim, bir ara canın sıkkındı nasıl her şey yolunda mı artık?"


"Yoluna girecek, çok baba bir kişisel danışman buldum, dediğine göre beraber zaman geçirmemiz sonucunda, beni mutsuz kılan her şey çok düzelecek, hayatımla ilgili daha iyi hedefler koyabileceğim, ilişkilerimi geliştirebileceğim, stresimi azaltıp, sabırlı olmayı gerçekleştirebileceğim, hayatımla ilgili önemli değişiklikler yapıp önceliklerimi sıralayacağım ve hatta maddi durumumu düzene sokup, gelirlerimi arttırabileceğim"


"Vay 40 yıllık seni birkaç seansta formatlayıp baştan yaratacak desene?"


"Öyle, çevremde bir sürü arkadaşımda onlara gidiyor, çok "trendy" bu aralar"


" Ya anladım da, bana garip gelen bir şeyler var, bunlar Guru mu?"


"Guru derken?"


" Ne bileyim baksana, sana mutluluğu aşılayacak, doğru hedefler koyduracak, olayın mali kısmını çözecek, sinirlerini aldıracak.. Sana yaptıracağına göre bunları kendisi için haydi haydi yapmış, yaşam denilen olayı çözmüş, başka ruhani boyutta yaşayan, çok çok zengin ULVİ adamlar olması lazım bunların doğal olarak değil mi? Mesih gibi yani? Gerçi kendi olaylarını çözmüşlerse, yani başka bir seviyedeyseler, senin gibi dünyevi bir mesele ile niye uğraşıyorlar o da ayrı ama:)"


"hmmm"


"Eğitimleri nereden peki bunların, madem öyle ulvi insanlar benim oğlanı da bu yaştan başlatayım, rahat bir yaşam geçirsin:)"


"...."
Hop hop YERLEŞTİR tonton. kekçilere yaz 1 puan daha..

(Başka bir zaman)


"X semtinde 575.000 TL'ye ev var, almayı düşünüyorum"


"aaa güzel, iyi yatırımdır, hayırlı olur inşallah kaç odalı?"


"tek oda 35 metrekeare"


"?????"

Bu hikayeler uzayıp gider, küçük-büyük haliyle hepimizin hayatında vardır bir türlü. Seçimdir, kuraldır, metropolitan hayatın vahşi yansımasıdır bu aslında. Diğer seçimde bir türlü dini amaçlı olmasa bile "münzevi" denebilecek bir yaşamdır, bu hikayeleri mümkün olduğu kadar duymayarak..

(Nereden aklıma geldi şimdi ama,Konuyla direkt bağlantısı olmasa bile, ,4 ayaklı insan dediğim, dostum Sato vardı, bu dünyadan göçeli 2 sene oldu, hastalandığımda kapımın önünde saatlerce kıpırdamadan yatardı, şakadan yere düştüğümde çevremde beni kaldırmak için burnunu sokar, dört bir yanımda tur atardı iyi olduğumdan emin olmak için, düşünüyorum da konu farklı olsa bile bu yerleştiriciler zayıf anımı görse bana ne yerleştirirlerdi...:))


ği gibi "beyaz yakalıların (bizlerin) çaresizliği" ve kaybetmeye yüz tutmuş manevi değerler ile ilgili. Şekil itibari ile yaklaşımım hep ama hep eleştirisel, Muppet Show'da balkonda sürekli dırdır yapan o 2 ihtiyarlar gibiyim. Halbuki iş hayatında hep neyin niçin olmadığı kısmı ile hiç ilgilenmeyip, nasıl daha iyi yaparız veya nasıl çözeriz kısmı ile ilgilenirim. Yazı kısmında bunu atlamışım, bir laborant gibi tahlil edip duruyorum!

Gerçekten bir şeyler yapmak lazım, bilgi, birikim, donanım, tecrübe olarak çok ama çok eksik olduğumu gelişmem gerektiğini biliyorum, ama düşünmek ,çaba sarfetmek ve misyon edinmek gerekir. Bunu yapmaya çalışırken bu vizyondaki insanlarla tanışıp, tecrübelerinden faydalanmak gerekir...

 

 

 

 

 

 

 


Yanlış Zamanda Yanlış Yerde Olmak


Daha genç, 40 yaşında, Amerikalı..


Zaten ilk suçu bu,Amerikalı olmak, diğeri ise; klişe laf gibi:"yanlış zamanda yanlış yerde olmak"!


Yıllardır binbir emekle,özveri ile, ailesinin, sevdiklerinin desteği ile, gözyaşı ile acı,tatlı tecrübeleri ile yeşermiş bu insan elleri bağlı,diz çökmüş bekliyor..
Bir metin okutuluyor,sonra..


Sonra arkasında hayatında ilk defa gördüğü, kendisi ve yaşamı ile ilgili hiçbir bilgisi, paylaşımı,husumeti olmayan gözü kararmış bir cani tarafından el kadar bir ekmek bıçağı ile yavaş yavaş ama canice katlediliyor..


Sebebi mi? Mensubu olduğu milletin, celladının ideolojisine müdahale etmesi ve bu millete verilmesi amaçlanan elinizi, ayağınızı denk alın mesajı.


Gazetelerde, sosyal medyada bir günlüğüne olay peak ediyor..Istanbul'da bir yerde " abi gördün mu? 2 kişi adamı tuttu,biri başını geri çekti, diğeri yavaş yavaş kesti, adam öldü, bıçak takıldı,2-3 dakika zorlandı sonra kafası koptu!" ,2 dakika sonra ise hayat " akşam ne yapıyorsun, program ne?" sorusu ile normale(!) dönüyor..Bu senaryo Norveç'te de, Alaska'da da ,Türkiye'de de , kısaca her yerde aynı..


Olay sanki uzayda,başka bir boyutta gerçekleşiyor, kimse düşünmüyor din,politika, adı ne sikim ise sönen hayatı, ölenin bir INSAN olduğunu,hayallerinin,amaçlarının olduğunu, eşiyle,sevgilisi ile çocukları ile kurmayı,devam ettirmeyi düşlediği bir geleceği olduğunu..Annesinin, babasının, yakınlarının o vahşet videosuna görüp nasıl hayatlarının söneceğini tahayyül edemiyorlar..


Aynı dönem, benzer senaryo..Yer Gazze, dışarıda gencecik Filistinli çocuklar futbol oynuyorlar,bir topun peşinde üzerlerinde formalar hayallerinde Messi'ler, Ronaldo'lar, Ibrahımovic'ler..Daha sonra tepelerine bir roket düşüyor ve geleceğin doktorları, mimarları,işçileri belki Nobel ödülü alabilecek bilim adamları oracıkta yok oluyor..
Sebep aynı; yanlış zaman, yanlış yer, yanlış (?) taraf..


Sonra o beyni parçalanmış güzelim çocuğu elinde tutan, acılar içinde ki bir baba..Kimin ne hakkı var, o güzelim hayatları,gencecik fidanları bitirmeye..


Yine bir dönem olacak haber, belki 10 sene sonra o acılı baba ve parçalanmış çocuğun resmi " geçmişin en çarpıcı 30 fotosu" albümünde yer alacak..


Anlayan yok o acılı babayı, o çoçuğa verilen emeği, belki yere düştüğünde azıcık yeri kanası gözleri dolacak,içi parçalanacak o annenin, o babanın dramını..


Düşünüyorum, o durumlarda ben olsam, oğlum olsa ne olurdu, ne yapardım diye, tek bir saniye aklıma getirmeye dayanamıyorum, bırak yaşamayı..


Diğer tarafta yaşam sürüyor, insanlar nerelere gittiklerini check- in yaptırıyorlar, ne yediklerini, ne yaptıklarını, tatillerini, evliliklerini, mekanları resmediyorlar.Motto belli; Bana dokunmayan bin yaşasın!


Anlamıyorum, bana ağır geliyor, zor geliyor, dayanılmaz geliyor böyle bir dünyanın parçası olmak, bu döngüleri, bu yaşananları aklımın hiçbir köşesi/anlama yetilerim almıyor,kasıyor, boğuyor beni..


Insanları insan olmaktan çıkaran, sönen yaşamların sebebi, din,politika, ideoloji kılıfında peşinde koşulan ne çıkar var ise, her ne ise, her kim ise Allah belalarını versin!!

 

 

 

 

 

 

 

 


Acı Gerçek


"Hani özgürdük, hani herkesin hakkının, hürriyetinin eşit olduğu çağdaş bir ülkede yaşıyorduk, yanlış bilgilendirmişsin beni baba!"

Bu soruyu daha sormadın bana oğlum, ama sormuş olsaydın eğer cevabım "Evet, yanlış bilgilendirmişim seni" olurdu. Yaşamaya, ayakta durmaya çalıştığım küçük döngüsel dünyamda, istediğim yere, istediğim zamanda ve istediğim şekilde gidip, dilediğimi söylemenin özgürlük... olduğunu sanırken , küçük diye tanımladığım dünyanın haricinde kalan büyük kısmında aslında kazın ayağının öyle olmadığını anlayamamışım, büyük ama çirkin resmi hiç görememişim,algılayamamışım meğer ben..

Özgürlük/eşitlik, hoşgörü ve saygı ile ilintilidir, kol kola giderler. Sen özgür olmak istiyorsan, fikirlerine, yaşadığın hayata değer verilmesini istiyorsan, senin de diğerlerinin fikirlerine, yaşadıkları prensiplere hoşgörü ve saygı ile yaklaşman gerekir oğlum.

Şu anda legolarınla, süper kahramanlarınla yaşadığın hayali dünyanın içinde, bunları anlamak için çok küçüksün ama büyüyünce,biraz da merakın olursa diye, sana bir hikaye anlatayım:

Yıl 2013/2014, sözde "özgür" bir ülkede yıllar içinde 2 kutuplaşmış grup, var, fikirleri siyah beyaz kadar ve düşmanlık seviyesinde birbirinden ayrı.

"Baştakiler" yıllarca, devletin koyduğu kanunlar paralelinde, belli şekillerde bastırılmışlar, en basitinden başörtülü oldukları için ne üniversitelere alınmışlar, ne kamu sektöründe çalıştırılmışlar. Kendi görüşlerine göre benimsemedikleri bir takım fikirler onlara enjekte edilmeye çalışılmış ,ta ki 2003 yılına kadar. "Diğerleri" 'nin politik görüşler hariç, kişisel özgürlükleri ile ilgili büyük sıkıntıları olmamış, neredeyse istedikleri gibi yaşamışlar, ancak bu şekilde yaşarken de aslında kişisel olarak diğer grubun haklarına, özgürlüklerine, zaten yukarıdan baktıkları için, hiç karışmaya gerek duymamışlar.


2003 yılından itibaren, olay tersine dönmeye başlamış, yıllar içinde devletin çeşitli organları sistematik olarak "dönüştürülmeye" başlamış, gizli kalmış duygular yüksek sesle söylenir olmuş, "diğerleri" 'ne ve onların yaşam biçimleri, uygunsuz diye parmakla gösterilmeye başlanmış. "Diğerleri"'nin irade ve ifade özgürlükleri sorgulanmaya ve çeşitli yaptırımlar ile kontrol altına alınmaya başlanmış. "Diğerleri" de toplumsal eylemler ile ifade etmişler kendilerini, kaba kuvvet, orantısız güç kullanımı ile pasifize edilmeye çalışılmışlar, bu uğurda nice masum canlar insafsızca katledilmiş, neredeyse iç savaşın eşiğine gelinmiş.

İşin acıklı tarafı, bu farklı görüşlere sahip 2 grubun köklerinin, Sunni'si ile, Alevi'si ile, Kurt'u ile, Yahudisi ile, Ateist'i ile,...Sakarya'da, İnönü'de, Kore'de Kunu-ri'de, Kıbrıs'ta beşparmak dağlarında,... fikirlerinden bağımsız Türkiye için sırt sırta verip beraberce aynı fikir için savaşmışlar. O savaşlarda senin siyasi veya dini görüşün benden ayrı onun için seni korumayacağım gibi bir durum olmamış, tek yürek, tek amaç halinde hedefe koşmuşlar. Gel gör ki şimdi bu nesillerin büyük torunları, torunları, oğulları, kızları birbirleri ile kutuplaşmış, düşmanlaşmış, birbirlerine fikirlerini enjekte etmeye çalışır, özgürlüklerine müdahele eder olmuşlar. Bu "hesaplaşmalarda" yitirilen, masum insanlar üzerinden, onların ve ailelerinin acılarını ve insan olduklarını bir tarafa bırakıp, iki tarafta siyasi söylemler ile avantaj yaratıp durumu provoke etmeye çalışmışlar.

Bu hikayenin sonu mu? Henüz bilmiyorum oğlum, ancak eğer bu satırları okuduğunda yurtdışındaysan inan hayırlı olmamıştır. Bana, "baştakilere", "diğerlerine" ne olmuştur ,başımıza ne gelmiştir/gelecektir onu da bilemem, ama ne yazık ki olan özgürlük ve hoşgörünün birlikte yürümemiş olduğudur..

Sana tek söyleyeceğim söz şu: Dini, siyasi, ideolojik görüşleri ne olursa olsun herkese eşit davran, fikirlerine, özgürlüklerine saygı göster, anlayışlı ol, kimseyi sınıflandırma, unutma her insan eşittir ve fikirlerini, hürriyetini ifade edebilme özgürlüğüne sahiptir.

Sağlıcakla kal..

 

 

 

 

 


Robinson


Ya yazmayayım yazmayayim diyorum dayanamıyorum, elim,kıçım bir tarafım kaşınıyor...


Şekil, şekil, cins, cins elemanlar var çevrede, artık Ali Baba'nın çiftliğimi dersin, Nuh'un gemisi muhabbetimi dersin bilemiyorum, ama inanılacak gibi değil..


Alın size ilk örnekler:


Elin oğlu(oğulları) 25'inde-30'unda evlenmiş, tabii evlenince çoluk/çocuk muhabbeti, iş/aile haricinde sıfır hayat, eti götü şişmiş,rahata rehavete ermiş, yıllarını heba etmiş.Sonra ya karı tarafı ya herif tarafı diğerinin kıçına tekme vurmuş,ee ne olacak tabii yıllardır ıskartada uyutulan ruhu bedeni tekrar canlandırıp, pazarlaman gerekiyor ya..İlk etapta spor salonları denenmiş, bakmış o iş zor kaldır/indir olay epey meşakkatli..Kolayı ne? Bir motor alıp, özgür ruh ya baba, "hell riders" usulü, haftasonunun 2/3 u motor kıyafetleri ve gereksiz laklak ile kalan 1/3'u bebek kazan ben kaşık misali döne döne, arada da genç kız ayıklama hayali ile kendi karakterinin tam tersine bir resim çizip kendini ve kalan yıllarını heba etmeye devam edermiş. Ulan adama demezler mi 40'ından 50'inden sonra neyin özgür ruhu, şemsiye girmiş açılmış bir tarafına kendini kandıracağına bari motora, aksesuara paraları dökeceğine git bir yetimi sevindir,okul masraflarını öde,ne bileyim en azından boşa harcadığın paraları topluma yararlı olsun diye harca..


Diğer bir kısım tam ezik kısmı, bu babalar zittiğim sene zenginlik, ihtişam hayali kurup biraz para, kendine göre biraz fors buldu mu, yarınını düşünmeden, 30'unda 5 cm çaplı-15 cm'lik puro içmeyi (pardon içmeye çalışmayı) bir bok sanıyorlar. Ağalar sözde holding patronları ya yakacaklar puroları, ama işin acısı sakil duruyor,olmuyor ne öyle oral seks yaparmış gibi..Neyin showu neyin özentiliği bu yahu?


Bazıları da vardır, çok aristokrattır, hiç birşeyi beğenmezler, sözde ulvi adamlardır ama iş en basitte bir adab-ı maşeret kuralı uygulamaya gelince ortaya çıkmazlar!


Sonra millet bana der, kardeş sen niye bu kadar yabanisin, niçin fazla arkadaşın yok, asosyalmisin, vık vık vık.. Gerçekten bu rezillikleri görünce insanda şevk mi enerji mi kalıyor? O zamanda bu Robinson halinden memnun kalıyor oturuyorsun yerine..



Ufak Hikayeler


VANTRİLOGLAR


Kıyafetleri servis verdikleri partilerin reprezentasyonuna uygun, şekil olarak uyumlu gözükse de ,davranış olarak sakil olan 2 horoz birbirini görmekten sakınmak için binbir takla atmalarına rağmen, bir ortamda mecburen gözgöze geliyorlar..


Horoz A "Baba,nasılsın keyifler iyi mi" (İç ses: len a.q.çocuğu sen nereden çıktın?)


Horoz B "Oo, seni gördüğüme çok sevindim,iyiyim seni sormalı? işler nasıl?(İç ses: Gebersen ne kadar rahatlarım halbuki i.. nin evladı..)


Gözü yaşlı "Pierrot de fou" gibi herşey pandomim,çoğu şey "miş gibi"..


SÜRÜDEN AYRI


Yıl 80'lerin ikinci yarısı, yer meşhur üniversitenin Manzara denilen yeri, Okulun sakallı, fazla zekadan terse(!) dönmüş sözde "delisi" biz sözde normal gençlerin vakitlerini geberttiği mekana gelip özgüvenle bağırıyor,bizlerin bakışları altında:


"Bir yere gittim her yer çeşit çeşit geyik ile dolu, hepsi bana bakıyor,..."


Biz sözde uygunlar, delidir ne yapsa yeridir bakışı ile kısmi olarak olayı yadırgıyoruz minicik beyinlerimizle hiçbirşey anlamadan..


20-30 sene sonra anlıyorsun ve takdir ediyorsun; ,meğer bizim "deli" sakalson o genç 20 li yaşlarında çözmüş hepimizin etiketçi, sosyete güdümlü, birbirimize benzeyen şekilci koyunlar olduğumuzu!!


MEKANİK ETİKET


İçeride bakıyorsun, konuşuyorsun, pardon aslında konuşmaya çalışıyorsun ama tıntın teneke kalabalığın geneli..


Dışarı çıkıyorsun senin düldüle atlayıp gideyim şu Marmaris büfede 2 tost yiyip kendime geleyim ayağına..


Dışarıda ki 4 tekerlekli mekanik yüksek kalibre etiketleri görüyorsun yine kalabalığın geneli..


Sonradan anlıyorsun mavrayı..


"bir uzvu eksik/sakat olanı diğer uzvu kuvvetli olurmuş'u" kim söylemişse ne kadar doğru söylemiş diyorsun,takdir ediyorsun:)


A(YI)KIDO


Hep derim, kimseyi inandıramam şu aYIkido "loser" sanatı diye.
ee müsabakası da yok, kimse kimin ne mal olduğunu anlamıyor, millet çevresinde kümeler oluşturmak için, "titr"leri bedavadan dağıtıyor..


ee bu da ufak bir hiyerarşik düzen, bir cemiyet sonuçta, ben senden üstünüm, öğretirim ayağına.
Türkiye'de aynı, Fransa'da aynı, Slovakya'da, Portekiz'de, Almanya'da da aynı, bir sürü yedim, yuttum ayağına dallama, kandırabildiklerini kandırıyorlar.Millet güdülmeye bayılıyor..


Biz de de”loser"lık tabii,hala bir ışık arıyoruz:)

EVLİLİKLER

Tamam, nerede yapalım? Orada olmasın, burayı ayarlayalım, iki bayram arası olmasın, millet tatilde olur..


Gün almamız lazım belediyeden..


Bir organizasyon firmasına mı versek, şaaşalı olsun, kuş sütü eksik olmasın..
Davetiyeleri, gelinliği, smokini seçmemiz ve diktirmemiz gerekiyor..
Ilk dansımız ne olsun? Acaba tango dersi mi alsak?..


Yaa acaba diyorum, Avrupa'da konsoloslukta mı yapsak töreni?
Wedding list'de organize edelim..
...
Bir sürü çok gerekli sanılan ama aslında başkaları için organize edilmeye çalışılan değerler..


Ve hasıraltı edilen;davetlilerin alkışları arasında veya gelinin damadın ayağına basması çabasında veya elindeki demeti havaya atması sekansları arasında fonda dikkati çekmeyen, ama pırlanta kadar değerli bir cümle:


"Hastalıkta ve sağlıkta, iyi ve kötü günde, zenginlikte ve yoksullukta, ömrünüzün sonuna kadar beraber olacağınıza yemin ediyor musunuz?"
Kaçımız böyle birisini bulduğumuzdan gerçekten eminiz?Kaçımız cümlenin değerini gerçekten algılayabilmiş ve toplumun koyduğu ritüellerden ve gerekliliklerden arınarak "zamanı geldiğinden veya uygun göründüğünden" değil ama emin olduğumuzdan bu kararı verebilmişiz?


Bu cümlenin arkasında durulabilecek ruh eşinizi bulduğunuzda acaba gerçekten o çoşkudan,sevinçten dünyada ki diğer tüm unsurlardan soyutlanıp kendi başınıza 2 kişilik bir "tören" düzenlemeniz gerekmez mi?


Sağlıklı ve gerçek evlilikleri saygıyla andığımız ve temenni ettiğimiz çiftler için..

KAZIKÇILAR

Hep merak etmişimdir, hani bir takım insanlar vardır senin iyi niyetini suistimal ederler, hakları olmayan şeyleri aşağılıkça el koyarlar, nebze katkıları olmadıkları kazançlarda imtiyaz sahibi olurlar..


Sonra onları günlük yaşamlarında veya fotoğraflarda görürsün, pişkin pişkin gülerken yarattıkları yeni "dostlarla/ilişkilerle"..
Kanunu mudur bu garip dünyanın, haksızların böyle kendilerine avantaj yaratmaları, asıl hak edenler tekrar baştan başlarken veya planlarını revize ...ederken?


Hep kötü niyetliler mi kazanır?


Yoksa gerçekten keser döner,sap döner durumu var mıdır?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


İçerik


"Hadi gel, biraz kafa patlatalım"


"Tamam, ne arıyoruz? off primetime'da, özellikle ev kadınlarının ilgisini çekecek, düşük maliyetli, sürekliliği olacak bir program/format olması gerek"


"Günlük bir şey arıyorsak, konu çerçevesi fix olsa bile, hikayeleri sürekli farklı olacak ve depresif olmayan, seyredenlerin yüzünü güldürecek bir şey olması gerek"
Sohbet o olsun, bu olsun, o olmaz, bu olabilirler ile açık arttırma, dekorasyon, yemek, buluşturma,...programları çerçevesinde, halihazırdakilerden çok farklı olmayan beyin fırtınası çıkarımları ile uzadı gitti.


Üretsel enerji gitgide aşağıya düşerken;


"Mükemmel eski zaman aşklarından/birlikteliklerinden/evlilik hikayelerinden bir format oluştursak, hepsi mutlu sonla biten" dedi


Yüzüm aydınlandı, gülümsedim, iyi duruyordu:


"Güzel olur bence, her gün ayrı bir çiftin onca zorluklara, mücadelelere, toplumun, ailelerin veya savaşların/mücadelelerin zorluklarına rağmen, iradeleri ile isteyerek elde ettikleri, tırnaklarıyla kazıyarak aldıkları ve onca geçen seneye rağmen ömürlerinin sonbaharında hala ilk günkü gibi tutkuyla sarıldıkları aşkları/evlilikleri işleriz" dedim.


Fikir gerçekten bana göre çok güzeldi, bir an aklım geçen haftaki bir gazetenin anma ilanına gitti,;


"Sensiz geçen bu 5. sene diyordu, senle buluşacak zamanı iple çekiyorum, artık o zaman gelsin diyordu" o büyük yürekli hanımefendi..


"Eski zaman" aşkı idi, günümüzdeki çağdaş ama yozlaşmış ve acıklı durumdaki modern ilişki tanımlarına uymuyordu..
Akabinde ki günlerde yine aklıma geldi, niye olmuyordu, niye bu kadar azdı bu güzellikler günümüzde..


Basitti aslında, biraz gördüklerimi, yaşadıklarımı yan yana harmanlayınca..
Çoğu kişi niye evleniyorum, evlenmenin anlamı ne?,ne bekliyorum diye sormuyordu geniş boyutta kendine..


Evliliği, birlikteliği yaşının geldiği için, değişiklik zamanı geldiği için, büyüdüğü için bir birlikteliğin sadece mutlu zamanlarını, tatillerini, neşeli zamanlarını, güzelliklerini gördükleri ve bundan sonra evliliklerinin sadece bunlardan ibaret olduklarını düşündükleri, tekil olarak ayakta kaldıklarını kanıtladıkları, bir de sosyal evrenin bir boyutu olan çocuk yapma nüvesini ekleyebilecekleri bir olay olarak görüyorlar günümüzdekiler ne yazık ki..


Ana fikir hiçbir şekilde akıllarına gelmiyor,aslında birlikteliğin/evliliğin iki kişinin yüz yüze değil sırt sırta verdikleri, dolayısıyla arkada olan olaylara ait güvenlerinin tam olduğu, yalnız başladıkları seyahatlerine kalpleri,güvenleri ve sevgileri ile tüm anlamlarda, iyisiyle, kötüsüyle, beraber ve el ele gülümseyerek, göğüs gererek hareket ettikleri bir yolculuk olduğunu..


İskoç arkadaşlarım 55 li yaşlarda, yaklaşık 35 senelik evliler, kadın anaokulu öğretmeni, erkek devamlı bir işi olmamakla beraber, hem spontan kamyon şöförlüğü hem de kendini koruma dersleri veriyor, torunları var ama hala pazar günlerinde beraber kuveti doldurup içinde elinde içkileri ile sohbet edecek şekilde o ilk günlerde ki heyecanları yaşıyorlar. Yolları ortak sırt sırtalar tüm zorluklara rağmen ve de çok mutlular..


Ana fikri olmayan birlikteliklerde doğal olarak ilk, ikinci veya maksimum üçüncü bir rüzgarda inşa ettiklerini sandıkları yapılar yıkılıyor, çöküyor..
Bizlere de bu ana fikri yakalamış, uzun soluklu saygıdeğer eski zaman birlikteliklerini görünce veya okuyunca gözlerimiz hafif yaşlı, tebessüm ettiğimiz anlar kalıyor..
veya;
Ne yazık ki çağdaş toplumumuzun bu eksikliğine bir çare olabilir mi diye program fikirleri yaratmak kalıyor..

 

 


Doğduğun “Yer” Kaderindir


Hayat kimileri için ne kadar değişken, ne kadar değişik çizgili..Onca insan, yaklaşık aynı yaşam süresinde birbirinden farklı yaşamlar yaşamakta..

Kimisi çocukluğundan beri yaşadığı onca zorluğa rağmen, üst düzey sorumluluk anlayışı ile bugünkü hayatına,yaşam tarzına tırnakları ile kazıya kazıya gelmiş.Çalışmış, sınavlara girmiş, alın teriyle lisans ve lisanüstünü bitirmiş, gün gelmiş tek kelime İngilizce bilmemesi ve hiçbir bağlantısı olmadan Amerika'ya gitmiş, neredeyse her sokağı teker teker arşınlayarak bir sandöviççide iş bulmuş, o esnada bir filmi defalarca dinleye dinleye, kalan zamanlarında kurslara katıla katıla,kelimeleri teker teker ezberleye ezberleye 6 ayda azmi ile İngilizce'yi sökmüş, ilerleyen zamanlarda eğitimine yeni bir boyut eklemiş, kısaca bütün zamanı sandöviççi-kurs-eğitim ve birkaç saatlik uyku ile geçmiş, kimi zamanlarda bir kamyonetin arkasında uyumuş ama sonunda bu zorlu yolculuğu azmi ile tamamlayarak dilini bilmeden,işi olmadığı Amerika'da ayaklarının üstünde kalmayı başarmış.Seneler sonra bir vesile ile döndüğü ülkede kendi bürosunu kurmuş, tüm ailesine üst düzeyde saygıyı hakeder şekilde,hem maddi hemde manevi desteğini sürdürmüş be sürdürmekte.Üstelik bu konunun enteresan yanlarından biri bu kişinin "Çelik bilekli" bir bayan olması..


Diğer taraftan birileri ailelerinin yardımı ile Isviçrelerde en lüks Amerikan kolejlerinde okutulmuş, yediği, içtiği eksik edilmemiş 350 bin TL 'ilk cipleri belli aralıklarla renklerini dolayısı ile kendilerini değiştirecek lükse sahip olmuş, onun için gücün tanımı gidilen yerler, binilen arabalar olmuş.Kendi deyimi ile Taksim'e bile hayatında gitmemiş bunu da dillendirmekten hiç ama hiç gocunmamış..


Bir diğeri canımlar, cicimler ile hayali bir hayat yaşayan,ailesinin veya ailesinin tanıdıkları vasıtası ile bir yerlerde tutunmuş, Işid, Filistin, cumhurbaşkanı, başbakan, enflasyon,.. gibi güncel olayları söylediğinde suratına anlamsız bakacak durumda kendini pamuk prenses gibi görerek yaşayan biri..Çevrenize bakın, değişik varyasyonları iyi,normal,kötü, adı,doğrusu sizlere göre takdiri neyse, örnekleri ile görmeniz mümkün...

Irrasyonaliteler, gariplikler, değişik yaşamlar..

Tek orta nokta sadece tarihin aynı sürecini ve dilimini paylaşmaları..

Böyle bir yaşam işte,kiminin elinden tutar, kiminin önünde dağ gibi durur..

Ee ne yapayım ,bana ne ,bildiğimiz şeyler diyenleriniz olacak..

Belki basit ama, ben hala algılamaya, anlamaya çalışıyorum ..


Diyalog



Yıllar geçti,konuşamadık, iki laflayamadık..Gerçi kabahat belli ki bende; malum gençken, akla sonsuz yaşam hissi ve merkeziyetçi ego hakimken anlayamadı bu tecrübesiz,toy kafa..

Aşklar,işler,olaylar, sebebi benim veya başkalarının olduğu ve yaşadığım her durum,yediğimi her tokat duygularımı,hislerimi daha nasırlaştırıp,korumacı zihniyette şu anki hissiyatsız,mekanik, duygusuz, günümüzün deyimi ile sert mizaçlı "duygu profesörüne" dönüştürdü beni..Anlayacağın insan olmaktan,renk vermekten çıktık, makine olduk.. Ambalaj böyle görünürken, iç kısım paçavra ama,yine çocukken her Ayşecik filmine nasıl ağlıyorsam, adı film, sokaktaki bir insan, bir şarkı ya da ne olursa olsun,en ufak bir duygu kırıntısı içeren bir okazyonda sular seller gibi yaş döküyorum..Kimse görmüyor ama..

Iyi bir insan olabildin mi dersen, çok emin değilim derim, insanları kırmışlığım, üzmüşlüğüm, belli durumlarda kaderlerini değiştirmişliğim ve hatalarım oldu, ama bu her insanın yaşadığından çok mu, az mı bilmiyorum..Mükemmel değilim anlayacağın..

Senin bana yüklediğin erdemlere hala gönülden riayet ettim,sadık kaldım.Büyüklete saygı, maddeden,maddiyattan bağımsız hep esas benim için. kin tutmuyorum mesela,yediğim onca kazığa rağmen,hala o insanlarla içten bir şekilde aynı masada konuşup sohbet edebiliyorum.Ceza kesmeye hiç çalışmadım, ilgilileri yukarı havale edip devam ediyorum yola..(Haa bazı yavşaklar, densizlikleri ile hala sabrımı zorluyorlar ama yaşlarına hürmeten fesupanallah deyip yine geçiyoruz.)

Alışamadığım konulardan biri hala uyumsuzluk, zamanında ne valikonağı caddesinin, ne Maçka caddesinin, ne etilerin, ne Cihangir'in, sürreel çakma entellektüel tayfasına alışamadığım gibi şimdilerde de Göktürk'ün yozlaşmış ahalisine alışamıyorum.10 yaşında ki gittiğim Newsome road ın, castle Hill in samimi ve içten yaşamını hiçbir yerde bulamadım. Anjin gibiyim yani, züppetistan'da yaşamaya çalışan, ama kalbi Taksim TED'deki ibo ağabey,UM'deki Gazi ağabey gibi atan biriyim aslında..

Şimdilik yola devam ediyoruz iyi veya kötü, malum görevimiz var elimizden geldiği kadar, güzellikleri / gariplikleri ile yaşayacağız kum saatinin üst haznesinde kalan kumdan zamanı..

Öpüyorum, beni dinlediğin için sağol koca Silvio..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Çakma Don Kişot


"Baba, kitappppp"


"Tamam,ne okuyalım oğlum?"


"Mutlu çocuklara,mutlu masallardan, Alfonso ve Julia"


":))Sıkılmadın mı oğlum o hikayeden,kaç kere okudum:)"

Bugün oğlan yok,annesinde, dolayısı ile saf çocuk hikayeleri ile süslenmiş güzel ritüeli gerçekleştiremiyor olacağız..

Yine de içimden bir hikaye anlatmak geldi, bütün akşam spor yaparken içimi kemirdi durdu..

Hikaye günümüzün hayalperest Don Kişotlarının(DK), merkezin, veya tek olmanın öyküsü, ne saçmalıyor bu zevzek demeyin, kim nereye çekerse veya ne anlarsa artık..Benzer durumları yaşayanlar var ,olayların gelişimleri farklılık arz etse bile sonucu itibari ile hepsi birbirinin aynı..

Bir varmış,bir.. Tamam,tamam cıvıklaşmadan başlıyorum:

DK üniversite yıllarında hocalarının "Siz bu ülkenin creme de la creme'isiniz, sizi havada kaparlar" sözünü yutmuş hayalperestin önde gidenidir, belli yaşa kadar nasıl olsa dünya beni bekliyor,bari biraz eğleneyim,vakit geçirip,canım istediğinde ciddi iş hayatına başlarım diye düşünürmüş.


Zamanı geldiğinde yaptığı başvurulara geri dönüş bile almazken, aylar sonunda tanımını bile bilmediği bir görev için geri dönüş almış ve o işe başlamış.Babası DK'ya "yapacağın iş ne ?" diye sorduğunda cevap bile verememiş.Herneyse yıllar birbirini kovalamış,yapılacak işte ilerlenmiş, belli insanların başarısızlıkları şans kapısı olmuş, hiyerarşide yükseldikçe yükselinmiş..

Doğal olarak ta yükseldikçe, her işi en iyi "ben" bilirim, patron,yanlış yapıyor, "ben" olsam işler 3'e,5'e katlar, bu işi ben aldım,bunu ben yaptım,gelecek bu kurumda bende, en iyi benim, ben, ben, ben,...egosu tavan yapmış.Bir Cuma günü en büyük patronun "oturduğun koltuğa güvenme,birgün altından çekiverirler" sözü unutulmuş gitmiş.


Kısaca DK'nın hayali hep bir numara olmakmış.

Hikaye bu ya, şirket seneler içinde çalışanların kalitesinden kurum çok iyi pozisyona gelmiş, neredeyse bir "cash cow" olmuş..

Bir gün bir takım nedenlerden kurumun işleri ters gitmiş ve önce yönetimini, sonra da sürü müşterisini kaybetmiş..


Yönetimde gidince, "bir" numara olmak DK ya kalmış.Kalmış kalmasına da bu tam DK'nın hayal ettiği durum değilmiş,sonuçta yılların cash cow'u şimdi cılız bir eşeğe (rosinante:)) dönmüş.


Küçülmenin gerekliliği ve rantabiliteyi sağlayabilmek için bir sürü takımdaşının karşısına geçip, onlarla devam edemeyecek olmanın bildirimini yapmış,bunun duygusal çöküntüsünü yaşamış.Zamanı gelmiş sıkıntıyı gören sözde takımdaşlar hemen ilk limanda inmişler, zamanı gelmiş karşısında tesbih sallayan müşterilere sebebi olmadığı konuların açıklamasını yapmak durumunda kalmış, kimi zaman "demokratik" yönetmeye çalıştığı kurumda, yöneticilerin işlerine geldiği zaman yönetici, işlerine geldiği zaman en alt seviyede işçi tavrına büründüğünü görmüş..

Yönettiği kurumun patronlarının,yaşanan onca sıkıntıya rağmen "zararda" olan şirketin daha ilk yılında irrasyonelce bağlı bulunan bölgenin en yüksek hedefini verdiklerini görmüş, "hokkabazlıklar" görmüş.


Sosyal ortamlar, eğlence,ışık kalmamış,tüm zamanları iş ve hedef düşünmekle geçiren bir zombiye dönüşmüş:).Eski zamanlarda beraber çalışmanın, takım olmanın,günlük grup şakalarının yerine daha ciddi,"konumunun" gerektiği gibi hareket etmek durumunda olan,renk vermeyen bir kişiliğe dönüşmüş. İşteki birkaç kadim dost haricinde "tek" olmanın sıkıntısı yaşamış, insanlar onun etten kemikten olduğu unutmuş.Patronlarına, müşterilerine, çalışanlarına sürekli "pansuman" yapar olmuş..
Bu arada sıra ona da gelmiş, sonuçta yaptıkları edilen kişi olmuş, "ben" olsam şöyle olurducular çevreyi sarmış:)
Karşılığı mı? Almış tabii biraz maddiyatla...Diyeti ise aldığı maddiyat ile kıyaslanamayacak şekilde insanlıktan çıkan, makineleşen, duygusuzlaşan bir bünye olmuş..

Ee?


ee si bu kadar..Aslında neredeyse hergünü uzun uzun yazılabilecek, kitap olabilecek enteresan detayları var ama ..

Sadece tüm "tek" olanlara içlerinde ki ruhu,güzellikleri kaybetmemelerini, mutluluğu hep ön planda tutmaları gerektiğini hatırlatmak istedim..

"Ben" cilere de: ne demişler? Davulun sesi uzaktan hoş gelir:)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


400 Metre Engelli


Hepimiz çizgide,bacaklar eğik,vücutlarımız çakı gibi,yaydan çıkacak ok gibi,yarışa hazır,kulaklarımız bir yede:tabancanın sesini bekliyoruz..


"Bam" ses geldi, hepimiz öne doğru fırladık, koşuyoruz..


Parkurun ilk kıvrımı, önümüz dolu geçmeliyiz,daha hızlı,daha hızlı..


O da ne papi düştü,sonra dayı, mama..anlamıyorum..


Koşuyorum, ilk engel geldi,atlamam lazım, öndekiler geçti,hadi daha kuvvetli..


Yakışıklı Mert takıldı, sonra Cengiz, nasıl olur, onlar favori idi, çok anlamsız geliyor..
Devam etmem lazım, daha ileri,önümdekileri geçerek..pat,pat,pat adımlarım hızlanıyor..


Su engeli var ileride..


Kahretsin, kahretsin, babam babam düştü..


Dönüp bakamıyorum, geridekiler hızla yaklaşıyor, öne yola itiyor beni..


Zaman ilerliyor..


Kayan bir bantta yer alan ürünler gibi bazılarımız yolda yukarı çekiliyor.

 

Hamza,Niyazi,Todori ağabeyler,Terzi Robert, Karakuş,.. hepsi yarışı bırakıyorlar..

Koşuyorum, koşuyoruz..


Finish çizgisi görünmüyor,son düzlüğe vardığımızı belirten çan çalmıyor..
Neredeyiz, ne yapıyoruz,niye koşuyoruz, daha ne kadar koşacağız belli değil.
.......
"Life is; what happens to you while u r busy doing plans for future" J.L


Utanç


Son 3 gündür kafama takıldı, içimde büyüdü büyüdü şap gibi oturdu deyim yerindeyse..


Ümraniye'de sunumdan çıkmış, bir otobüs durağının yanına park ettiğim arabama binmiştim.Durak öyle ana arterlerin yanında olan büyük duraklardan değildi, belli ki çok fazla otobüste geçmiyordu, bir direk bir sarı tabelaydı anlayacağınız.
Arabamın kontağını tam çeviriyordum, tak tak diye camımın tıklatıldığını duydum.60-65 yaşlarında kafasında bir bere, uzun trençkotu olan bıyıklı bir amcaydı bunu yapan..
Camımı açtım, güleryüzlü amca :


"Evlat, yukarı ıhlamurdereye çıkıyormusun, çıkıyorsan beni de götürüver" dedi..
Gideceğim yolun tam tersiydi gitmek istediği yer..


Yine de bir muhakeme başladı içimde, bir tarafım "olsun götür adamı istediği yere, zaten zamanında var, beklemesin dakikalarca" derken; diğer tarafım ya adam it midir kopuk mudur belli değil, ya yolun ortasında silah çekip boğazıma dayasa sonra bok yoluna gitsek, ne gereği var deyip, bastırdı diğer tarafı..


"Amca kusura bakma, yolum otobana doğru, ters kalıyor" dedim.


Amca, Anadolu şivesi ile gülümseyerek ve iyi bir şekilde bana cevap verdi;
"Canın sağolsun, boşver, gideceğin yere sağ salim varırsın inşallah, haydi hayırlı yolculuklar " dedi..Belli ki gençliğini geçirdiği yerlerde bu tip yardımlar, destekler, temenniler çok ama çok normaldi.


Arabamı döndürüp "gittim"...


Tabii buna gitmek denirse!


O verdiği iyi niyetli "yolun açık olsun" mesajı, güleryüzü ve yaklaşımı,benim yaşadığım şehrin öğretileri paralelinde yoğrulmuş kuşkucu, öküz altında buzağı arayan, çeşit çeşit insani çiğlikleri görmüş ve buna göre bir savunma kalkanı oluşturmuş bünyeme vicdanen ağır bir darbe vurdu..


Yapıp yapabileceğimde kendime ve beni bu hale getirenlere de lanet etmek oldu..
Hepinize hayatınızda ki güzelliklerin, çirkinlikleri bastırdığı bir yaşam diliyorum, umarım ben de birgün bunu başarırım..
bunu yapan..


Camımı açtım, güleryüzlü amca :


"Evlat, yukarı ıhlamurdereye çıkıyormusun, çıkıyorsan beni de götürüver" dedi..
Gideceğim yolun tam tersiydi gitmek istediği yer..


Yine de bir muhakeme başladı içimde, bir tarafım "olsun götür adamı istediği yere, zaten zamanında var, beklemesin dakikalarca" derken; diğer tarafım ya adam it midir kopuk mudur belli değil, ya yolun ortasında silah çekip boğazıma dayasa sonra bok yoluna gitsek, ne gereği var deyip, bastırdı diğer tarafı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Gültepe’deki Poster


Adamlar ne yazsam diye önce düşünmüşler, üstünde karar kılmışlar, sonrasında ya para verip, ya da eşinin, dostunun, tanıdığının matbaasında A3 boyutunda yazıyı bastırmışlar. Bir sonraki adımda da Gültepe'de uygun gördükleri yerlerin duvarlarına üşenmeyip asmışlar:


"Siz hiç Kurban Bayramını kutlayan Müslüman gördünüz mü? Biz Hristiyan Bayramı kutlayan çok Müslüman gördük!"
..........
Ben bundan bir sürü sene evvel , 99,9% Müslüman tabanlı bir ülkede, Ortodoks' dan devşirme Musevi bir İngiliz anne ile, bir kaç kuşak evvelden İtalyan menşeli olan bir Musevi babanın, Musevi oğlu olarak çok sevdiğim ülkemde dünyaya gelmişim.
Gelirken "kardeş, senin seçimin ne? Müslüman' mı, Müslümanlığı seçtiysem Alevi'mi Sünni 'mi? Ortodoks' mu? Protestan' mı? Budist 'mi? Shinto 'mu? Musevi mi? ..olmak mı istersin?" diye sormamışlar, bu şekilde Musevi olarak doğmuşum. Vardıysa da böyle bir seçimi kaçıran mahallenin tek garibanının da ben olmadığımı biliyorum. Sonuçta şansa ne çıktıysan(m), o olmuşsun(m)..


Baktığımda, hani götten bacaklı bir güdük olmam haricinde, fark edebildiğim kadar 5 kulaklı, 3 pipili, yarım beyinli olma durumumda yok, çevremdeki tüm insanlar gibi benzer fizyolojik yapıya sahibim.


Fark eden tek durumum, tecrübelerle, bulunduğum çevre, insan ilişkileri paralelinde iyi ve ya kötü olarak oluşan karakterim. Çevremde bana ne öğrettiyse onları yıllar içinde yoğurarak, şu andaki "ben"e dönüşmüşüm.


Kısaca Musevi olduğum için genetik olarak oluşumuma kodlanan bir unsur yok.
Tabii bu sadece benim için değil, Müslüman kardeşim içinde, Ermeni kardeşim içinde aynı.


Geçmişe bakıyorum, her ırka belli zamanlarda olduğu gibi, elin oğulları 6 milyon insanımızı zyklon gazı ile böcek gibi öldürmüşler, 1943'te varlık vergisinden dede tüm varlığıı sıfırlamış, 5-6 Eylül'de Beyoğlu'nda yine dede ve dayıya ait 2 dükkanımızın "damına" koyulmuş, 1964'te Türkiye'de yaşayan bir Rum olduğu için akrabalarımız yeni hayatlarına deport edilmiş, kısacası "çölde gezinen bahtsız devenin kutup ayısı tarafından düzülmesi" benzeri tüm ters piyangolar bize vurmuş!


Bu tabii sadece bize değil, farklı şekillerde, farklı yerlerde "ayrımcılık" nedeni ile Hristiyan, Müslüman herkesin başına gelmiş..


Nedeni ne?


Kıt akılları ile herşeyi SADECE dini görüş şeklinde gruplayabilen , aslında insanlar arasında ki farkların, yoğrulan karakterleri doğrultusunda yaptıkları olduğunu anlayamayan, yukarıdaki posteri yapan benzeri dangalaklar yüzünden!!
...........................
Her gün bayram olsa insanlar nedeni ne olursa olsun kol kola eğlenseler, mutlu olsalar çok mu?


Ya da sen bu kadar fanatiksen, olayı böyle yorumluyorsan, adama sormazlar mı bindiğin araba, kullandığın telefon,.... niye gayri müslim diye?


......
Allah bizi cahillikten korusun!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Mekanik Yaşam



"Mükemmel bir yıl oldu,bunun bir parçası olduğunuz için çok teşekkürler,...." Özetle ayıldık, bayıldık, anılarımızla,fotolarımızla da süsledik tamam..

Ben de size bir an'ı, bir yaşanmışlığı anlatayım, "normallerden" biraz farklı ama olsun,sonuçta bu senenin bir parçası,haa gelecek yılda ve yıllarda da çok değişeceğini sanmıyorum ama olsun..

Buyrun buradan yakın:
-------------------
E-5 Boğaziçi köprüsü bağlantısı, sabah vakti, dışarısı 7-8 derece, soğuk yani..

Arabalar yavaş yavaş ilerliyor, boy, boy model, model, çoğu kış günü olmasına rağmen tertemiz..

İçindekilerden kimileri tiril tiril kıyafetleri ile, tam uyanamamışlığın mağmurluğu, belki de kalktıkları sıcak yatakların hayalleri ile, bazıları bir yandan sakızlarını çiğner ve aynı zamandan cep telefonları ile konuşurken ilerliyorlar..

İlerliyorlar, ama önlerini görmüyorlar,herşey flu, herşey duyarsız..

Dışarıda ak sakallı bir dede, bir elinde baston, diğer çıplak elinin avucu yukarıya bakar şekilde yavaş yavaş yürüyor, ihtiyacı var belli,aç, ama diğer yandan ifadesi gururlu, arabaların camlarına yapışmıyor, sürücüler ile gözgöze gelmiyor, belli rahatsız,yediremiyor kendine bu yaptığını, ama hayat sillesi işte, mecbur kalmış..

Arabalar yanından geçiyor ağır ağır, onlarcası, ama görmüyorlar, bakmıyorlar, daha kötüsü umursamıyorlar..Tek bir tanesi bile!

Düşünemiyorlar, ağızlarında şaklattıkları çiklet parası olan 1 liranın, arabalarını yıkatmak için verdikleri 20 liranın ,üzerine giydikleri o tiril tiril elbiselerin veya kullandıkları telefonların belki 1000 de 1 i nin, o amcanın veya ailesinin bir gününü kurtarabileceğini..

Halbuki bütün yapacakları, ellerini cüzdanlarına götürüp ufacık bir destek için harcayacakları kısa sürenin, belki o amcayı hayatta tutmak için inanç olacağını, hayatın aslında o kadar kötü veya vahşi olmadığını görüp tekrar savaşmasını sağlayacağını..

Yok, biri bile durmuyor...

Birgün onlarında o pozisyona düşebileceklerini düşünmüyorlar bile...

------------

Çoğunuzun mükemmel bir yıl geçirmenize çok sevindim, artık mükemmelliğin tanımı neyse..
Benim yıllarım bu duyarsızlıklarla daha huzursuz, daha karamsar, daha iğrenç geçiyor, istemiyorum sıfatı büyük ama erdemleri küçük şehirde yaşamayı.

Insanların mekanik olduğu, çeşit çeşit kalleşliğin döndüğü bu yaşam tanımını sevmiyorum..

Işin ironic tarafı da şu: Söylemeye gelince bayılıyoruz mekanlarda "suyumu kazanır içerim, ekmeğimi böler yerim,..." diye şarkılara eşlik etmeyi??

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


17 Öğüt


Aslan parçası bugünkü yazım sana..


Her ne kadar daha niyetim olmamasına rağmen, bu tek taraflı "Japonya" biletinin zamanı belli olmuyor, onun için en azından şimdiye kadar yaşadıklarımdan öğrendiklerimi sana aktarmış olayım, kullanmak istersen en azından deneyip yanılmakla boşu boşuna vakit kaybetmemiş olursun..Ama If you feel to try out,its up to you ( okuduğun zaman İngilizce öğrenmiş olursun herhalde Yamyam kafalı:) )


Birincisi ve en önemlisi: Her insan eşittir ve saygıyı hakeder.İçinde bulunduğun sistem veya senin normlarına uygun olmaması, onun "farklı" senin normal olduğun anlamına gelmez.Din,dil, ırk,mezhep, sex, takım veya her türlü basitinden en kompleksine sınıflandırma tamamen üzerimize empoze edilmeye çalışan sistemin gerekliliğidir ve tamamı ile saçmalıktır.Kısaca herkes eşittir babam, daha üstün yoktur.


Ikincisi; Yalan söyleme. Yalanı kıvırmak için veya "üstün" gördüğün biri tarafından cezalandırılmamak için söylersin.Insanların eşitliğini anlarsan, zaten otomatik olarak yalan söylemeye gerek olmadığını anlarsın.


Üçüncüsü; Formu ne olursa olsun kötülük yapma, unutma en güçsüz canlınında yaşamaya hakkı var, buna saygı göster


Dördüncüsü; Konuşurken direkt ol, net ol, " aman ne düşünürler" geyiğine girme,neyi kendin için rasyonalize etmişsen onun arkasında dur..


Beşincisi; Kendine saygı göster, saygı derken aptal,saptan markalara gereksiz para saç, hava at anlamında değil.Vücuduna ve beynine saygı göster, sürekli geliştir. Eninde sonunda yaşlanacaksın ama ihtiyarlayıp, ihtiyarlamamak sana kalmış. 80 yaşında hergün çalışan taş gibi "Gençlerde" gördüm, 20'li yaşlarda eti, kötü, fikri, zikri yamulmuş ihtiyarlarda..Unutma hayatının kalitesi senin süreç içinde yaptıklarınla doğru orantılı, çalışırsan işıldarsın kısaca..


Altıncısı; "Miş" gibi davranma, geliştikçe karakterin daha ağırbaşlı olsun, reklam yapmana, kendini pazarlamana gerek yok.Senin kendinle ve yaptıklarınla mutlu olman yeterli.Sen büyüdükte daha "humble" ol.Ne demişler "empty can rattles the most"


Yedincisi; Kendi işini yap, kendi yağınla kavrul, 2 TL daha fazla kazanacaksın diye salla başı muhabbeti yapma.Mutluluk parada, süksede, arabada, kariyerde değil. Seni iş olarak ne mutlu ediyorsa onu yap, kendi kuralını koyma lüksün olsun


Sekizincisi; Zamanı gelecek birisine/birilerine ilgi duyacaksın, aşık olacaksın, duygularını saklama, açıl, işin muhakemesini kendin yapıp karar verme. Açıl, derdini, meramını söyle, olursa olur olmazsa 2-3 acı çeker ama yolunu çizersin.Uzunca süre Acabalarla, macabalarla uğraşmazsın en azından..


Dokuzuncusu; Bir işi yapıyorsan yarım yapma,ya da emin olmadan, nasıl olsa olur, rayına girer mantığı ile yapma.Kararını ver, ya yap, ya yapma..


Onuncusu; Güzellik geçici, iyi niyet, iyilik, ve iç güzelliği kalıcı.Seçimlerini ona göre yap, tüm hazinesi giydiği kıyafetler veya güzelliği olan kadınlardan ve kafa koparıcılardan uzak dur..


Onbirinci; Hayat Nişantaşı, Ulus,Etiler, Bebek, cadde ve sunduğu sözde sıçık "kalite" değil, emin ol Denizli'de yol kenarında yemek yediğin bir kır lokantası, veya bir kahvede yaptığın içten, rollere dayanmayan sohbet, yukarıda saydığım yerlerdeki sanal ortamlardan ve yapmacık insanlardan daha değerli..


Onikincisi; Hayatının bir bölümünde, yapabiliyorsanız bir başka ülkede çalış, yaşa, havasını solu..Bu senin edilebileceğin en büyük tecrübelerden biri olacak..


Onüçüncüsü; Durumun varsa, olanı paylaş, insanlara el uzat, onlara verdiğin herhangi bir "el" senin hayatından birşey götürmez, ama onların hayatını ışıldatabilir..


Ondördüncüsü: Verdiğin sözün, borcunun arkasında kal ve yaptığın anlaşmalara sadık kal.Dönem içinde zor durumda kalabilirsin, hesapların şaşabilir, ama yine de herşeyden ve öncelikle keyfinden önce bu yükümlülüklerini yerine getirmeye çalış.Vicdanen rahatsız olman lazım, bunları yapana kadar.Unutma takmaya çalıştığın veya taktığın bir borç sana finansal olarak 2-3 kuruş kar ettirebilir ama bunun karşılığında alnına yapıştıracağı etiketin zararının yanında hiç kalır.Sözden geri dönülmez.
Onbeşincisi; Hiçbir işi neticelendirmeden bırakma, iyi veya kötü bir çözümü olsun.Zamana, sürüncemeye bırakmak korkakların,zayıfların işidir.Kötü bir çözüm, çözümsüzlükten 100 kat daha iyidir.


Onaltıncısı; Saygılı ol, kendini menem birşey sanıp insanları salak yerine düşürmeye çalışma.Insanların senin tahmin ettiğinden daha akıllı, senin ise süper akıllı olmadığını aklından çıkarma.Never underestimate. Tecrübeler yaptığın hileler, çıkardığın zararların veya yaptığın kötülüklerin, uzun vadede tabiatın hikmeti neticesinde, sana döneceğini gösterir, bunun kaçarıda yoktur.


Onyedincisi ve aslında en güzeli, Çocuğun olsun, iyi bir ebeveyn olamam,düzenim bozulur geyiklerine girme. Çocuğun bu dünyanın sana bahşettiği/bahşedeceği en büyük ve değerli hediyedir.İnan seni mal,mülk, kariyer, vs başka hiçbirşey bu kadar mutlu etmez..Geciktirme:)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Robert Çerasi


Hayal meyal hatırlıyorum o güzel insanı..


Biz Yayla apartmanı 4'te, o 3 numarada otururdu, "Dayı" derdik ona, ama kabadayı anlamında değil, normal bilmemiz gereken gibi, iyi anlamda yani..


Zor geçtiği anlatıldı bana hayatı. Hasta karısının bakımına sevgi ile adanan yıllar, akabinde bir Rum bayanla geçirdiği mutlu olup olmadığını bilmediğim zamanlar...
Batan bir işi oldu, bu işin sözleşmeye, senede, yazılı bir evraka dayanmayan borcunu sırf söz verdiği için ve adına leke gelmesin diye seneler boyu şereflice çalışarak ödemişti..Günümüzün sözde çağdaş dünyasının anlayışına ters tabii, insan anlamakta zorluk çekiyor ,çevremizde onca yazılı sözleşmelere, sözlere dayanan taahhütlerin tutulmadığı yeni dünyamızı düşündüğümüzde..


Hep anlatırlardı, Beyoğlu 1950'lerde /60'larda çok modern, çok kaliteli ve farklıydı diye..Anliyorum tabii dayıyı hatırlayınca, her zaman tip top takım elbiseleri, sinek kaydı traşı, a la brosso saçları ve fötr şapkası ile tam bir centilmen gibiydi..


Hayatı ise çok sade idi, sabah işe gider, evde yanında çalışan Hatice hanım tarafından sefertasları içinde hazırlanan yemekleri yönettiği Galatasaray Lisesinin karşısındaki Zara dükkanında yer, akşam babamın arabasıyla evine döner, basit yemeğini yer, röbdeşambrı ve pijamaları ile Berger koltuğunda uyuya kalırdı, taa ki gece uyanıp yatağına gidinceye kadar..


Pazar günleri, büyükbaba, büyükanne ile öğle yemeğine büyükbabanın impala'sı ile gidilir, akşamda dayının evinde hoş bir içki sohbeti yapılırdı.
Evi çok sade idi, hatırladığım o büyük eski radyo idi, hani önünde damascus, baghdad, athens,vsyazan elinle çeşitli dalgalarda yayın aradığın 1940 model radyolardan..


Annem onu çok severdi, pazar günleri hep ona kahvaltıya giderdi, ne de olsa İngiltere'den geldiğinde onu tüm aile içinde sıcak karşılayan ilk insan olduğundan araları hep çok iyi olmuştu..


İstisnasız her pazar oradaydı, taa ki 30 sene evvel bir pazar sabahı dayının traş olurken kalp krizi geçirip, cansız bedenini bulduğu o güne kadar..


Zorlu geçen hayatının ona yakışır bir şekilde acısız, hastalıksız bir şekilde sonlanması Tanrı'nın bu kalbi temiz insana bir lütfuydu belli ki..


Hayatı mücadelelerle ve yalnızlıkla geçen, ama şerefli, haysiyetli, centilmen biriydi dayı.


İsmi Robert Çerasi idi, annem ve babam benim adımı ondan esinlenerek vermişlerdi bana..


Ne kadar zor olsa bile, umarım bir gün ben de onun kalitesine birazcık ta olsa yaklaşabilirim..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Bolluca


Girdiğimde soldaki koltukta oturuyordu..


Bekleme yerine geçtim, ama gözüm direkt ona takılmıştı, yavaş yavaş yaptığı hareketleri incelemeye koyuldum..


Bir yandan da yaş ilerleyip, oyunun final sahnesine girerken insan vücudunun nasıl yıprandığını düşünüyordum.


Yaşı 80'in üstündeydi,ama dinçti, yavaşça yerinden doğruldu, dükkanın üç çalışanı da aynı anda "sıhhatler olsun dede" dediler, göz göze geldik " sıhhatler olsun,çok iyi görünüyorsun dede" dedim hayranlıkla, teşekkür etti, yavaşça beresini giyerken..Çırak koşarak bastonunu getirdi, yaptırdığı traşın ödemesini yaptı, "işiniz rast gitsin, iyi günler" dedi kapıdan yavaşça çıktı gitti..


Sıra bendeydi, ama almadılar, hatta üçüncü koltukta traş eden berberde, işini yarıda bıraktı, hep birlikte sabah kahvaltıları niyetine çorba içmeye başladılar..Koltukta yarı traş edilmiş olan adam acaba bağırıp, çağırıp arıza çıkarır mı diye merakla beklemeye başladım, adam çıtı çıkmadan bekledi, çorbalar bitince berber tekrar işine kaldığı yerden devam etti..


Sıra bendeydi, buyur ettiler, hal hatır sorup traşa ve traşın vazgeçilmezi olan sıcak sohbete başladılar 40 yıllık tanıdıklarıymışım gibi hiç yadırgamadan..
Dedeyi sordum, Karadenizliymiş, 2 sokak yandaki evde oturuyormuş,Yılmaz onun uzun zaman dağlarda yaşadığı ve kendine çok iyi baktığı için gayet iyi durumda olduğunu söyledi..


Sohbet sohbeti açtı, bir ara sordum, bizim siteden başka gelen var mı diye, varmış ama buz gibi adamlarmış merhaba ve teşekkürler dışında başka sohbetleri yokmuş..Doğaldı tabii, sözde medeniyet, çağdaşlık, statünün getirdiği normlar(!!!) insan ilişkilerinde ancak "denginle" ilişki kurmaya izin veriyordu, bizim gibi metro insanları için..


Dışarıda ki direklerin üstündeki belediye hoparlörü, oranın ahalisinden birinin vefatını bildiriyordu..Usta hemen çırağına seslendi "Zeki,hemen dışarı çık, kim ölmüş öğren gel" dedi..Belli ki sosyal yaşam,ilişkiler, evlilikler, ölümler çok önemliydi onlar için.."Bizim" Teşvikiye veya Levent camilerindeki gibi insanların birbirlerini görüp sohbet ettikleri, yakını bile öldüğünde en azından saygı için bir takım elbiseyi bile giymeyi önemsemedikleri, gözlere takılan ray ban gözlüklerin ardında gözlerden iki damla yaş bile dökülmeyen cenazelere gibi değildi anlaşılan..


Etiler de otururum 2004'te Göktürke taşınana kadar, o zamanlar Istanbul caddesi üzerinden ineklerin geçtiği stabilize bir yoldu, çöplüğün yanındaki yoldan gelirdik çoğunlukla.Şu anda ki gibi önünde valelerin beklediği lüks lokantaları, marka mağazaları, ve yeni batılı nesil metro insanları yoktu..


Etiler'de kaçtığım hayat, Göktürk’e gelince bende bu sene 15 km ileriye Bolluca'ya kaçtım..


Bolluca bakir, en basitinden marka "yemek" dükkanları bile yok:), umarım uzun zamanda olmaz..


Çünkü onların gelmesi, bugün o berber dükkanında gördüğüm saygı, içtenlik, doğallık, insanlık ve karşılıksız sosyal ilişkilerin ölmesi demek bana göre..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Üçlü Deneme


BP'ye girdik, açmalarımızı ısmarladık, döndük oturacağız yer yok, zaten topu topu 3 masa, 10-11 de tabure var içerde.Üniversiteden beri dönem dönem gittiğim yerdir, yani takribi 25 senedir, hala değişen birşey yok, hala küçük,hala kümes gibi. Sağa sola bakındık, ilk masada bir tabure boş, boş derken oturan beyefendi pardesüsünü, kasketini koymuş.Hareketlenip eşyalarını aldı, buyrun alın dedi tabureyi, gereği yoktu zaten sığamazdık, teşekkür ettik, dedik orada yer var oraya sığarız.Tam yerleşeceğiz yandan bir ses geldi..
-----------
E ünlüymüş meğer, safi bu işi yaparak evler, arabalar almış, OB' ninde TV programına çıkmış defalarca..Gittik İstiklal caddesinde Hacı Abdullah'ın olduğu sokakta bulunan apartmanın 2. katındaki kahvesine..Kahve değil aslında, bekleme salonu gıbi yer, millet otursun diye bergerler konulmuş içeri..


Buyur ettiler odaya.Oturduğu yerden söyle bir süzdü beni, uzattığım eli istemeye istemeye sıktı ve eline aldığı kartları karıştırmaya başladı.
--------
Şanssız başlangıç oldu bugün..


Bay Özgür ruh, atlarken bileğini kırmış..


Komşular kapıyı çalıp haber verdiğinde öğrendik, zaten o da kapının önünde sessizce bekliyordu..


Aklıma birden orası geldi, yılların Boğaziçi V kliniği..


Nasıl oluyor anlamıyorum bazen, daha ne yapacağımı düşünmeye bile başlamadan ne yapmam gerektiğinin "ampulu" anında yanıyor zor zamanlarda..


45 dakikada zaten kapısındaydık yerin..
--------
Sesin geldiği yere baktım, neredeyse çeyrek asır geçmişti ama yüzü değişmemişti hiç..


"Buraya geçin, ben kalkıyorum" deyip ayağa kalkmaya çalıştı..


"Olmaz hocam" dedim, kolunu tutarak...


"Siz benim Deniz hocamdınız yıllar evvel, Hocamı kaldırmam asla yerinden" dedim..


"Yok, ben gerçekten gidiyorum" dedi bana bakarak, okul yıllarında ki gibi yine ikna etmişti Deniz Gökçe hoca beni..


Hesabı ödedi gitti, Karşıdan karşıya geçerken arkasından baktım, yüzü hiç değişmemişti ama ayakları kötüydü, sonradan öğrendim 74 yaşındaymış artık..


Yılların Deniz hocaları, Bülent Şenver'leri, Tansu Çiller'leri hoca olarak geçti sınıflarımızdan, zamanının merkez bankası CEO'ları, başbakanları, ünlü akademisyenleri..


Ne acı diye düşündüm, Zaman'ın bu değerli insanları eritmeleri, gelecek nesillerin onlardan yararlanamayacak olmaları...
--------
"Annenin, Baba'nın ve kendi adını düşünerek kes" dedi kartları..


Yine açılmıştı masanın üstüne , garip şekilli, bana anlamsız gelen tarot kartları...
2016 iyi geçecekmiş, oğlan yurtdışında okuyacakmış, zoru sevmiyormuşum aşkta başarısız olacakmışım, hödük hödük yaşamaya devam edecekmişim falan filan..Nereden reaksiyon alırsa ona göre yönlenen fallar gibi geldi..


Sonra..


Sonra, "yazıyorsun sen, bir sürü yazıda yazmışın oğlan için" dedi..


Haydiii, bu nereden çıktı dedim kendi kendime..


" Projelendir bunu, zaten başlamışsın ama durmuşsun bırakma" diye anlatmaya devam etti.


"Bırak başkaları da okusun" ..


Tekrar kafaya girdi yani "bug"..


Anlaşılan kıçımı kaldırmam lazım acil olarak, sonra bunu yapamadan tahtalıköye gideriz falan..
-------
P yi kucakladığımız gibi götürdük içeriye, İran asıllı doktor geldi.


Sesi o kadar güven vericiydi ki.. Belli ki işinin ehliydi..


Röntgenler çekildi, yapay iskelet üzerinde yapacağı operasyonu anlattı..
Belli adam eskisi kadar fonksiyonel hale getirecek bileği..


Sonra anılara daldım, dostum Sato geldi aklıma, 2. kere aynı "basit" operasyonu yapacaklar diye meğer kasaplara bırakmıştım yoldaşımı..


Ertesi gün sargılar içinde cansız bedenini getirmişlerdi hayırsızlar..


Belalar okudum kendime, bugünkü aklım ve seçimim olsaydı belki hala hayatta olacaktı aslanım..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Sarı Fare/ Reeves/ Mezdeke


Yıl 1978, bir pazar gecesi Büyükada'dan geç vapurla dönmek üzere meydandaki saat kulesinin oradan aşağıya iskeleye doğru yürüyoruz,sağ tarafta ki kahve yeri tıklım, tıklım herkes maç seyrediyor, uzun saçlı Kempes golleri sıralıyor, Arie Haan'lıç nanninga'lı, reksenbrink'li, van der kerkhof'lu portakalları 3-1 yenip dünya kupasını kaldırıyorlar.


Kahvedekilerden birisi, belli ki Hollanda'yı tutuyor, ayağa kalkıp:
"Görürdüm, eğer sarı fare bur turnuvada olsaydı kupayı zor görürdünüz" diyor, üzgün bir ifade ile.


Anlamıyorum tabii "sarı fare" ne, futbolla ne alakası var, niye böyle bir şey söylüyor diye..


Yıllar sonra, trt'deki futbol belgesellerinden öğreniyorum onun Johann Cruyff adlı büyük bir futbol yeteneğini olduğunu..
----------------
Okul zaten sıkıcı, Cuma kurtuluş günümüz, hele öğleden sonra oldu mu, iple çekiyorum saat 16:15'i..


İstiklal Marşı okunuyor, herkes dağılıyor, ben birkaç arkadaşımla okulun bahçesinde, hademeler izin verdiği kadar basket oynuyorum..


Sonra eve dönüp TV'nin karşısına geçiyorum, en sevdiğim dizi başlıyor, Salami, Kuliç, Carver Lisesi, ..


Bana basketbolu sevdiren, aşağıya garaja para biriktirip marangoza yaptırdığım dandik tahta potanın güzel sebebi olan "Beyaz Gölge"..


Ve uzun boylu sarışın koç; yani Ken Reeves rolündeki Ken Howard..
-------------
Gençliğimin vazgeçilmezi "Mezdeke grubu"..


3 tane ağızları peçeli cillop gibi dansöz, vucutları güzel, ama merak ettiğim hep peçeli suratları, nasıl kadınlardır, yüzleri de güzelmidir acaba diye hep merak ettiğim kızlar..
Sonra bir daha hiç duymadım, ne oldu, ne bitti nasıl tükettim/tükettiler anlamadım..
------------------------
Bugün 3 haber alt alta, geçmişimin farklı dönemlerinde ki 3 kişinin ölüm haberleri alt alta dizilmiş Hürriyet gazetesinde..


Cruyff/Howard ve Mezdeke'den Aynur,(yüzünü sonunda fotoğrafta gördüm)...


Nur içinde yatsınlar..


Ve gençliğimi renklendirdiğiniz için sonsuz teşekkurler..



 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Usta’dan



1933’te dünyaya merhaba deiği ve 1997’de Slem kulübünde briç oynarken ebediyete intikal ederek nihayetlenen yolculuğu süresince;

Başarıyı yararlılıkla karıştırmamak gerektiğini,
Ne kadar az şeye sahip olursa olsun, bir insanın daima teselli ve destek verebileceğini,
Neşenin kaynağının küçük şeylerle mutlu olmak olduğunu,
Başkalarının yardımı olmadan değerli birşeyler başarmanın imkansız olduğunu,
Bilgelik için çok iyi bir eğitimin bile yetmeyeceğini,
Kahramanların, sonuçları ne olursa olsun, yapılması gerekeni yapabilen insanlar olduğunu,
Yanılma olasılığı olsa bile, kararlı olmanın daima daha iyi olduğunu,
Bağışlamayı öğrenmenin zaman ve gayret gerektirdiğini,
Başarısızların daima başkalarını suçladıklarını,
Yaşam koşullarının daha iyiye değişmesini istiyorsam, kendi kişiliğimi daha iyiye değiştirmem gerektiğini,
Eleştirinin amacının aşağılamak değil, yardım etmek olduğunu,
Çok iyi ve kötü şeylerin çok uzun sürmediğini,
Önemli olanın başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri değil, benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu,
Hayatımın en önemli kararlarını, kızgın olduğum zamanlar aldığımı,
Bazılarının “dahice” diye düşündüklerinin , çoğunlukla “bir şans” olduğunu,
Hayal kırıklıklarımızın acılarını çoğunlukla en sevdiklerimizden çıkardığımızı,
Daima daha fazla para olabileceğini ama asla daha fazla zaman olamayacağını,
Çoğu insanların hayattan istediklerini hedeflerken, hedefleri çok alçak tuttuklarını,
Değecek bir işte çalışmanın çok tatmin edici olduğunu,
Sevgi evde öğretilmemişse başka yerde öğrenmenin çok zor olduğunu,
İnsanların bildiklerimden çok onlara gösterdiğim ilgiden etkilendiklerini,
İntikam tasarlamanın canımı yakmış insanlara, canımı daha uzun zaman yakma fırsatı vermek olduğunu,.
Çoğu insanların değişiklikliğe karşı koyduğunu, oysa ilerlemeyi sağlayan tek şeyin değişiklik olduğunu,
Sade bir yaşamdan hızlı bir hayata geçmenin kolay, tersinin hemn hemen imkansız olduğunu,
Çoşku ile başarının elele gittiğini,.
Geçmiş için duyulan pişmanlık ile yarın korkusunun,bizden yaşanılan anı çalan iki hırsız olduklarını,
İnsanın hayatında olabilecek akıllı insan sayısının hiçbir zaman gereğinden fazla olamayacağını,
İnsanın yapmaya yalnızca niyet ettiği şeyle niçin ödüllendirilmediğini,
İşin püf noktasının yaşlanmadan uzun bir ömür yaşamak olduğunu,
Severek yaptığım herşeyi iyi yaptığımı,.
Bir şirkette üst kademelere yükseldikçe, insanların çok hoş ve nazik olduklarını,
Asla beraberlik için oynamamayı, hedefin daima kazanmak olduğunu,
İnsanın kendini geliştirmesi için asla geç olmadığını,
tatlı bir sözün ve yapılmış bir iyiliğin ebedi olduğunu, oluşturacağı etkilerinin nerelere varacağı asla bilinemediğini,
En iyi sakinleştiricinin temiz bir vicdan olduğunu,
Överken cömert, söz verirken dikkatli olmayı,
Birşeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan mahrum kalmak olduğunu,
Doğru cevabı alabilmek için doğru soruyu sormak gerektiğini,
Bir şeyi arzulamanın planlamak kadar zaman ve enerji gerektirdiğini,
Kendimizi bildiklerimizin ötesinde zorlarsak, kişinin büyüyebileceğini,
Bir insanın hiçbir zaman arkadaş fazlası olamayacağını,
Çok seven ancak bunu nasıl göstereceğini bilemeyen insanlar olduğunu,
İşler kolaylaşınca gelişmenin durmasının da kolaylaştığını,
Ancak bir mal varlığının mirasçısı olunabileceğini ama bilgeliğin asla mirasçısının asla olunamayacağını,
Mutlu bir gün için doğada parlak ve güzel bir şey aramayı,
Güzel bir ses yakalamak, birisine hoş bir sz söylemek ve bir kimseye, ona hissettirmeden bir iyilik yapmak olduğunu,
Hayatın bir mobilete benzediğini,yokuşlarda pedal çevirmedikçe pek fazla ilerlemediğini,
Her büyük başarının, bir zamanlar imkansız diye düşünüldüğünü,
Büyük riskler almadan kahraman olunamayacağını,
İnsanlara iyi davranmanın hiçbir maliyeti olmadığını,
En önemli şeyin kişisel ilişkilerde olduğu kadar iş ilişkilerinde de güven olduğunu,
Ne kadar kısa olursa olsun, her yüzyüze karşılaşmanın ardında birşeyler bıraktığımızı öğrendim.
İyi kalpli olmanın mükemmel olmaktan daha önemli olduğunu öğrendim.
Eğitim, deneyim ve anıların kimsenin benden çalamayacağı yegane üç şey olduğunu,
Zevk alınarak yapılan işten daha eğlenceli birşey olmadığını,
Kendi kendine acımanın bir zaman kaybı olduğunu,
Öfkenin, herşeyi daha kötü çözdüğünü,
Bir insanın kendi başarısına sevinmesinin doğal olduğunu ama tam tamına da inanmaması gerektiğini,
Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda o işin yaratıcılığa dönüştüğünü,
Büyük hayallere sahip birinin, bütün olanaklara sahip birinden daha güçlü olduğunu,
Hayat denilen mucizeyi bir çocuğun gözünden yaşamanın,dünyanın en ödüllendirici şeyi olduğunu,
İyi bir öğretmenin desteklemesiyle bir öğrencinin hayatının 180 derece dönebileceğini,
Basit şeylerin çoğu zaman en tatmin edici şeyler olduğunu,
Hiçbir iyiliğin önemsiz olmadığını,
Hayatlarında hiç başarısız olmayanların yeterli risk almadıklarını,
Birisinin beni kızdırmasına izin vermemin onun beni alt etmesi olduğunu,
İş ahlakının insanın aynası olduğunu,
Yeni şeyler denemediğim sürece yeni şeyler öğrenemeyebileceğini,
Dolu bir hayatın ne kadar uzun yaşadığınla değil, ne kadar iyi yaşadığınla belirlendiğini,
gençlerin yaşlı insanlardaki yaşam sevgisi, saygısı ve bilgisine, yaşlı insanların ise gençlerin saygı ve kuvvetine ihtiyaçları olduğunu,
Devamlı kendileri ile ilgili kişlerin mutsuz olmalarının neredeyse garanti olduğunu,
Varlıklı insanın , sahip olduğuyla tatmin olan insan olduğunu,
Sağlığım yerinde olduğu sürece yaşlılığın gençliğe göre daha iyi olduğunu,
Hiçbir şeyin görgünün yerini alamadığını,
En büyük korkum, ileri bir yaşta uzun bir “Yapmak isteyip debir türlü yapamadıklarım” listesine bakmak olduğunu,
Doğruyu bulmanın yanlışı bulmaya göre çok daha fazla yaratıcılık gerektirdiğini,
Mutluluğun parfüm gibi olduğunu,kendinize bulaştırmadan başkalarına veremediğinizi,
Başarıya çıkan bir asansör olmadığını,merdivenleri tırmanmak gerektiğini,
Hayata borçlu olduğun tek şeyin,olabileceğinin en iyisi olmak olduğunu,
İşleri zamanında yapmanın,birikmiş işi yetiştirmeye çalışmaktan daima daha kolay olduğunu,
Duygularımız ne olursa olsun, yaptıklarımızdan yalnızca kendimizin sorumlu olduğunu,
İnsanın inandığı şeyler uğruna savaşması gerektiğini,
Önemsenmeyen birinin her zaman var olduğunu,
Önce aileye sonra kariyere yatırım yapılması gerektiğini,
Öğretirken, öğrenmenin imkansız olduğunu,
Mutlu olmak için başkalarına güvenilirse sonsuza dek hayal kırıklığına uğrayacağını,
Sorunlar olmasaydı, fırsatların da olmayacağını,
Kazanılacak birşey yoksa savaşılmaması gerektiğini,
En yaratıcı fikirlerin uzmanlardan değil,işe yeni başlayanlardan geldiğini,
Herkesin öğretecek birşeyi olduğunu,
Hayatını kazanmanı, bir hayat kurmakla aynı şey olmadığını,
Sevginin çok iyi bir yatırım olduğunu,kime verilirse verilsin büyük kar payları bıraktığını,
Harekete geçmek için bütün koşulların mükemmel olmasını beklendiğinde,hiçbir zaman harekete geçemeyeceğini,
Başarının çoğu zaman yetenekten çok sıkı çalışmanın sonucu olduğunu,
Sahip oldukları ile tatmin olmanın iyi birşey olduğunu,
öğrendi ve tecrübe etti.Kısaca finansal olarak mutevazi ama bilgelik vasıfları olarak bir kral gibi yaşadı.
Nur içinde yat,koca adam...
(Bütün öğrendikleri/öğretileri kendi kaleminden birebir alıntıdır)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Valide Hanımın İsteği


Telefonda konuşurken söyledi isteğini.

 

Kendisinin şahit olduğu ve aklında kalan, benimle Tibet arasında aylar önce yaşanan bir enstantaneyi kaleme almamı istiyordu.

Oğlanla aramızda geçen diyaloğu hatırlattı. Ben unutmuşum; o anlatınca anımsadım.

İstek önemli bir makamdan, kırmak olmaz; dolayısı ile haydi buyurun:

“Baba, sen müdürsün değil mi?”

“Müdür mü? Hayır, nereden çıkardın? Ben de herkes gibi bir çalışanım.”

“Yok, ben biliyorum. Bir sürü kişi senin altında çalışıyor, sen onlara emrediyorsun.”

“Olayı yanlış anlamışsın. Çalıştığım yerde herkes eşit ve takım ruhuyla işi en iyi şekilde yapmak için çalışıyorlar. Ben de o takımın bir parçasıyım, bazı çalışma arkadaşlarımdan farkım, bana verilen sorumlulukların biraz daha fazla olması, başka da bir fark yok. Sorumluluklarımın farklı olması, çalışma arkadaşlarıma emretmek, bağırmak, çağırmak, üstten bakmak anlamına kesinlikle gelmiyor. Hatta tam tersi; onlar iş alanında benim yoldaşım oldukları için, onları sürekli mutlu etmem, onlara saygı göstermem ve sağlıklı bir iş ortamı yaratmam gerekiyor. Çünkü onlar ne kadar mutlu olurlarsa yapılan iş de o kadar başarılı olur.”

Son olarak da ekledim:

“Oğlum sana bir tavsiye; ileride çalışmalarında başarılı olduğun zaman başarıları asla tekilleştirme. Hayatta “ben” değil, “biz” vardır. Olay hiçbir zaman tek değildir. Aslında bakarsan başarılarımızdan hiçbir zaman söz etmemek, hep önümüze bakmak daha doğru.”

Sanırım, beklediği cevap değildi bu. Kafası karışmıştı. Babasıyız ya, doğal olarak daha üste konumlamak, en iyi, en yetkin, en başarılı, “en kahraman Rıdvan” baba olarak görmek istiyor. Olsun, öğrenecek benim de kimseden farkımın olmadığını, mümkün olduğunca normal bir insan olduğumu. İleride, kimilerine göre doğru veya yanlış, ama bana göre doğru, bu mantaliteye sahip olursa çok sevineceğim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Asabi Halil

Ağırlıktaydım. Set arasında dinlenirken TV'ye kaydı gözüm.

Ne demekse artık; açık uçlu, uygulamalı sınav sistemine geçilecekmiş tadında bir haber vardı alt yazıda. Arkada da bir çekim; beyaz önlüklü bir fizik hocasının ders esnasında çekilmiş görüntüleri ile süslü. O beyaz önlük, o TV ekranından çıktı, havaya karıştı ve beni yıllar öncesine, 80'lere, şu anda Nişantaşı'nda yerine kocaman bir AVM açılmış yerleşkeye, okulum Şişli Terakki Lisesine götürdü beni.

Lacivert camlı kapıdan hoca kontrolünde içeri girdim. Önüme çıkan koca avluyu sola doğru geçtim. yemekhanenin yanında ki koca kapıdan girip, Arap sabunu kokan merdivenlerden üçüncü kata çıktım, sağa döndüm ve 9-B sınıfına girdim.

Okul özel okuldu ama bugünkü özel okullarla kesişen hiçbir ortak bir özelliği yoktu. Benzetmek gerekirse en fazla Paşakapısı veya Metris cezaevleri ayarında bir eşleşme daha yakışırdı tanım itibariyle.

Yeni dönemin ilk dersiydi. Fizik ile tanışacaktık ne idiyse artık. Fizik hakkında tüm bildiğim ortaokulda gördüğümüz fen dersinin belli bir kısmının daha derinlemesine irdelenmiş hâli olduğuydu.

Sınıfa beyaz önlüklü, kısa boylu, aksi suratlı biri girdi, görüntüsü Zagor'un arkadaşı "Cayetano Felipe Gonzalez", yani kısa tabiriyle “Çiko”ya benziyordu. Tek farkı kel olması ve suratının gamlı baykuş gibi meymenetsiz olmasıydı.

Geçti oturdu kürsüye. Rastlantısal olarak teker teker bazı arkadaşlarımı kaldırıp tuhaf tuhaf sorular sorup, dakika birden bizi itin götüne sokmaya başlamıştı.

“Sen, kalk,” dedi bana.
Aha daha dakika birden sıçtık, dedim içimden.

“Söyle” (Amk neyi söyleyeyim. Kimseyi öldürmedim. Vallahi de, billahi de suçsuzum. Kurtarın lan beni!)

“Bir kilo demir mi daha ağır, bir kilo pamuk mu?” (Dur lan, o kadar kötü değil galiba. Tabii ki demir. O kadar salak mıyız?)

“Demir hocam.”

Suratıma yolda yerde duran bir bok edasıyla bakarak, “Oturrrr!!!” (Derler ya; "bıyık büküle büküle kaytan, insan sikile sikile şeytan olurmuş” diye, belli ki şeytanın ş'sine gelemeyip, tecavüz kısmında olan süzme salak, mal ve cahil dönemimiz.)

Kurbanlar değişiyor, sorular peş peşe geliyordu:

“Söyle, Bab-ı Ali Kapısı olur mu?” (Ne bilelim lan biz. Türkçe konuş. Ne Humeyni'nin İran’ında büyükelçilik yaptık, ne de büyükbabalarımız Eski Osmanlı'da devlet erkanıydı.)

Olmazmış. Meğer Bab-ı Ali, kapı demekmiş. Kapının kapısı olur muymuş? Bulmuş 14'lük bizim gibi yavruları, top gibi oynuyor baba.

Sene içinde özlü sözler, garip söylemler hep devam etti:

“Çabalama kaptan, ben gidemem.”
“Battı balık yan gider”
“Nato mermer, nato kafa”


Beyaz önlüklü hocamızla iki sene geçirdik. Stres, sıkıntı dolu dersler sonunda “beşten şaşma, altıyı aşma” prensibiyle ucu ucuna, ite kaka geçtim.

Fizik kısmından çok çakozlamamakla beraber, Türkçe deyimler konusunda patron beni gerçek bir eksper yaptı.

Hayal bulutu dağılınca, döndüm günümüze, ağırlık salonuna ve diğer sete girdim.

Aklıma geçen gün bizimkinin serzenişi geldi:

“Baba, ben biyoloji dersi almak istemiyorum büyüyünce.”

“Niye oğlum?”

“Kurbağa kesiyorlarmış o derste!”

Güldüm,

“Yok be, ne kesmesi. Artist onların hepsi. Bizde adamlar fizik dersine beyaz önlükle gelirlerdi. Sanırsın atomu parçalayacaklar derste. Hepsi hikâye oğlum, takılma sen.”

Pek inanmadı söylediğime sanırım.

Yıllar geçiyor, Ku-Klux-Klan gibi beyaz önlüklüler hâlâ okullarda ders vermeye devam ediyorlar şekil değiştirmeden. Halil Baba gibi, şişe dipli gözlüklü Alpaslan Hoca gibi, bugün TV’de gördüğüm fizik hocası kadın gibi...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Cem Arık



Girmesi çok zordu, ilk 50 içinde olman lazımdı, yani neredeyse kıçından ışıkların çıkması gerekiyordu.

Girdikten sonra ise o derece kolaydı, “Buyurun Sırat köprüsünü geçtiniz; cennete hoş geldiniz. Hayat bundan sonra size güzel” mantığıydı içeride işleyen.

Mühendisler dalga geçerlerdi. “Eşeği bağlasan mezun olur,” derlerdi. Kızardık, hâlbuki sonuna kadar haklıydılar.

Ben de ekstra rahattım zaten. Öyle ki üçüncü senemde “marketing” nedir, neye iyi gelir hâlâ anlamış değildim. Hiç abartmıyorum gerçekten bilmiyordum. O senelerde sıkıcı kış aylarının bir an evvel bitmesini bekler, akabinde de yazın Club Med’in hangi tatil köyünde G.O. olarak çalışırım acaba, diye hayal kurardım.

Eğitimin ikinci yılında merhum hocamız Arman Manukyan’ın “Siz Türkiye’nin krema tabakasısınız. Büyük kurumlar sizi havada kapacaklar” söylemi içi boş bir pazarlama şaheseriydi. Fakat dediğim gibi, o zamanlar o kadar maldım ki, bunu bile anlamamıştım.

92 Şubat’ta gecikmeli mezun olduk. Nasıl olsa önümüz yaz diye temel tembel oturdum Mayıs’a kadar. Ardından ver elini Antalya’da tenis hocalığı yapmaya, ta Ekim ayının ortasına kadar.

Dönünce iş aramaya koyuldum. Bakalım benim gibi baba bir değeri kim kapacaktı. Malum, o şekilde formatlanmıştık ya.

Arada tek tük iş görüşmeleri oluyordu.

Bir tanesi epey enteresandı. Görüşmeye çağıran firma L’Oréal idi. Konuştuğumuz pozisyon ise ürün müdürlüğü pozisyonu. İki kişi tarafından yapılan görüşme yaklaşık üç saat sürdü. Uzadıkça uzadı. Sonlara doğru enerjim de, modum da iyice düştü. En son bana, eğer istiyorsan Anadolu’da bayi bayi dolaşıp ürün satman gerekiyor, dediklerini hatırlıyorum. Nasıl moralim bozulmuştu. Ne için gelmiştik, ne öneriyorlardı.

Kabul etmedim. Amele gibi satış yapacakmışım, peh!

Seneler sonra Universal McCann’de L’Oréal müşterim oldu. Beraberce seneler boyu iç içe, sırt sırta çalıştık. Genel Müdürleri Thierry Houssain, Matthieu Serres zıpkın gibi yöneticilerdi. İşin stratejik kısmında iyi olması haricinde, L’Oréal firmasının farklı bir normu vardı. Eğer yabancı bir müdür farklı bir ülkeye atanıyorsa, o ülkenin dilini en kısa zamanda öğrenmesi gerekiyordu. Genel Müdür Thierry’nin bir senede Türkçeyi öğrenip görüştüğümüz mecralarla benimle birlikte çatır çatır Türkçe pazarlık yaptığını hâlâ dün gibi hatırlarım.

Universal - L’Oréal partnerliğinin son senelerinde Cem Arık gelmişti. Benden yaşça ufaktı kendisi. Çok çalışırdı, aynı zamanda bizi de çok çalıştırırdı ama safi çalıştırmak için değil. Olayları daha net görüp, değerlendirip ona göre doğru kararı vermek için gerekliydi bu eforlar. O zamanlar seneyi satınalma bazında tek seferde taahhüt ederdik ve hata yapma lüksümüz yoktu. Amaç iletişimde maksimum erişimi minimum harcama ile sağlayacak kombinasyonu bulmaktı; bir nevi kimya deneyi gibiydi.

Kafalarımız çok uyardı. Sonuçta ikimiz de matematik adamıydık. Bana “sen pazarlıkların kralısın,” derdi. Hiç alakası yoktu hâlbuki. Sonuçta kanalları sıkıştırmak çok kolaydı. Reklam yeri sıkıntısı yoktu; istediğin fiyatı sıkıştıra sıkıştıra eninde sonunda alabiliyordun bu alıcı piyasasında.

Fakat kendisi abartısız doğru strateji üretmenin kralıydı. Zaten 2005’ten sonra L’oreal içinde ülkesel, bölgesel üst düzey sorumluluklar/yöneticilikler verildi kendisine. Başarılarının karşılığını kariyer basamaklarını teker teker atlayarak aldı.

Bir yemeğimizde L’Oréal’e nasıl girdiğini anlattı, ilk bir yıl bayi bayi gezerek ürün satmış. Zaten bu L’Oreal’in işe alma yöntemi buymuş; belli süre sıcak satış yapmak şartmış.

Dediğim gibi egom yüzünden bunu bile anlamamışım ben. Cem ise yine doğru kararı yetisini göstermiş.

“Down to earth” idi aynı zamanda, yurtdışı network kararı ile L’oréal - Universal ilişkisi bittiğinde, bizde çalışan en junior arkadaşa bile teşekkür etmek için ajansa gelmişti. Çaycı Gazi Ağabeyimizle bile sarılarak vedalaşmıştı bu “doğru” ve net insan.

Senelerdir kendisi ile görüşme, konuşma fırsatı geçmedi yoğunluklardan dolayı.

Geçen hafta eski dostlar ile İskele’de yemekte buluştuk. Eski günlerden, anılardan konuşurken Çağrı bana döndü:

“L’Oréal Cem’i hatırlıyor musun?,” dedi.

Evet, dedim. Sonra devam etti:

“Akciğer kanseri oldu, 4. evrede,” dedi.

Ben de bütün kofralar gitti. Moral yerlere indi.

“Karar vermiş, artık tedavi istemiyor. Bayramoğlu’nda evde geçirecekmiş terminal evresini. Şu anda Facebook’ta hayatının değişik kısımlarına değmiş insanları hatırlamaya çalışıyor. Sana, bana, Yavuz Bey’e değinmiş. Ediz’in adını hatırlayamamış, Oğuz demiş.”

Şaşkınım, üzgünüm, kızgınım, niye bu kadar erken diye; o kadar kötü adam varken niye o diye, hem de daha 44 yaşındayken.

Diğer taraftansa son kararında bile yine stratejik olarak en doğruyu vermiş, onu o yapan en büyük özelliğinin doğal uzantısı olarak.

Huzuru, hırpalanmamayı seçmiş hayatının en büyük sıçrayışını yapmaya hazırlanırken.

Yolun aydınlık, şansın yanında olsun güzel insan.



“Sevgili Cem Arık 25 Ağustos 2016 günü ışıklar içindeki yolculuğuna adım attı. Ruhu şad olsun.”

 


Zulüm



Zifiri karanlıkta gözüme çarptı, arabayı biraz ileride sağa çektim, indim ve yolun karşısına geçtim. Biraz ileride yolun kenarında sağ taraftaydı, zar zor görünüyordu elektrik lambaları olmadığı için. Açık kahverengi pırıl, pırıl tüyleri vardı uzaktan bile seçilebilen. Baktığınız zaman başı öne eğilen, kulağında belediyenin taktığı küpelerden olan, mahzun bakışlı, üzgün sokak köpeklerinden biriydi.

Yakınlaştığımda, onu kaskatı, yana devrilmiş bir heykel gibi tutan ölümcül yarayı gördüm. Ön sol tarafında omuzundan suratına kadar olan bölge paramparça olmuştu. Onu öldüren ve belli ki çarpma anında korkudan sinirlerinin kasılmasını ve ayaklarının yerde yan yatarken bile dimdik yana doğru kalmasını sağlayan, ya 50 TL daha fazla para kazanabilmek için o virajlı yollarda 120 km hız yapan ürkütücü hafriyat kamyonlarından veya bir elinde telefonla direksiyon başındaki şoförlerden yönetimindeki özel araçlardan biriydi.

Daha geçen gün görmüştüm; o hafriyat kamyonlarının sürücülerinden bir tanesinin bilerek, isteyerek, öldürmek amaçlı o köpeklerin üstüne sürdüğünü. Önceden de defalarca şahit olmuştum, bazı arabaların bilerek bu köpeklerin, kedilerin, kirpilerin üzerine direksiyon kırdığına, o insana ait olmayan tabiat içine şerit şerit yapılan asfalt yollarda.

Nasıl bir psikolojiyse bir insanın bilerek, isteyerek kuvvetinin yettiği ve kanunun kapsamadığı bu zavallı hayvanları öldürmesi... Biraz daha yavaş gidip, bir sefer daha az yapsa kamyoncu kardeşim. Bu kadar mı ucuz bu hayatlar?

Veya ayağın fren pedalına gitse o anda çok mu zor gelir sana sürücü arkadaş?

Niye bu terör, tek taraflı savaş? Direksiyonun başında insan kılığında olan hayvanlar, yoldan karşı karşıya geçmeye çalışan hayvan şekilli insanlar, hepsi birbirine karışmış, karman çorman. Bu ve buna benzer yaptıklarınızla, gerçek insanların yaşama şevkini, umudunu kırıyorsunuz, nefret ettiriyorsunuz bu hayattan.



Haklılık


“Biliyor musun seni bekleyen tehlike asıl şimdi önünde.”

“Anlamadım?”

“Şimdiye kadar yazdıkların çok doğaldı, sadece kafandan geçenleri not alıyordun, kimseden çekinmeden, rahat, yalın ve kendine özgü şekilde. Yola kitap yazmak için çıkmamıştın. O bir sonuç oldu, olay kitaba evirildi...”

Sonra devam etti:

“Şimdi olay hoşuna gitti, kanına girdi. Kitap yazmak için yola çıkıyorsun. Seni de tanıyorsam, en mükemmeli için elinden geleni yapacaksın. Daha evvel yazdıklarını okumazken şimdi her yazdığın cümleyi üç kere okuyacaksın, 5 kere değiştireceksin. Süslü ve suni olacak yazdıkların. Dolayısıyla her zaman en iyisi Keçiboynuzu olacak. Onun var olmasına sebep olan neden - sonuç ilişkisiyle diğerlerininki çok farklı.”

Kem küm bir şeyler geveledim anlamsızca...

Aslında çok haklıydı. Son yazdıklarıma bakınca gerçekten saptaması çok doğruydu. Elli kez kontrol edilmiş ve içerik olarak çok bilmiş bir modern zaman filozofu tarzında yazan birine eviriliyordum, daha evvel eleştirdiğim insanlara benzer şekilde.

Ulan millete öğretecek ne bilgim var ki benim; kime neyin ne olduğunu nasıl gösterebilirim ki? Benim yaşadığım kendime göre tecrübeler neden başkaları için geçerli olsun ki?

Saptama, sapına kadar doğruydu. Kendini bilmez, götü kalkmış budalalara dönüşmeye başlamıştım.

Silkindim. Fabrika ayarlarına dönmek en doğrusuydu.

Öyle de olacak.

“When you are confused, go back to basics.”* M.Saito (1926-2001)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Siyah Beyaz Fotoğraf



Yazın başında aklıma gelmişti kendisi. Oğlu Leon Abi’nin Facebook sayfasını karıştırdım, göremedim. Aslında gördüm de yıllar evveline ait bir fotoğraf olduğu için hâlâ hayatta olup olmadığına dair bir kanaat getiremedim.

Nesim Esim, yıllar boyunca hem büyükbabamla, hem babamla Beyoğlu'nda Galatasaray Lisesinin karşısındaki postanenin yanındaki Silvyo Mağazasında birlikte çalışmış.

Bana anlatılana göre 1950’lerde ve 1960'larda aralarında yirmişer metre mesafe bulunan Silvyo ve Zara mağazaları, iş hayatına seyyar satıcılıkla başlayan büyükbabam Nesim Zara'nın vizyonuyla Beyoğlu'nun diğer ünlü mağazası Vakko ile beraber, İstiklal Caddesinin en muteber tuhafiye mağazalarından olmuşlar.

Müşterileri arasında Zeki Müren gibi dönemin önemli sanatçıları da varmış. Hatta Valide Hanım’ın bana anlattığına göre Zeki Müren’le büyükbabamın sürekli belden aşağı küfürlü, geyik muhabbeti yapabilecek derecede yakın sohbetleri ve dostlukları dillere destanmış. Ünlülerin günlük yaşamlarında giydiklerini satın aldıkları, zamanının nadir marka mağazalarındanmışlar anlayacağınız.

İki mağaza da 1970'lerden sonra değişen giyim trendine ayak uyduramamışlar, demode kalmışlar ve iyiden iyiye küçülmüşler. Dayımın vefatının ardından da Zara mağazası 80'lerde kapanmış.

Nesim Abi, bütün bu süreçleri ailemin büyükleri ile yaşamış, mağazanın şaşaalı günlerinden, Silvyo Mağazası'nın kapandığı 1997 yılına kadar hep iş konusunda ailenin büyüklerinin yanı başında olmuş.

Nesim Abi’yi, en son babamı son yolculuğuna uğurlarken cenazede görmüş, ondan sonra uzun seneler kendisinden haber alamamıştım. Yıllar sonra oğlu Leon Esim ile Facebook üzerinden arkadaş olmuş, mesajlaşmış, en son da kendisi ile Nedim Abi’nin babasının cenazesinde karşılaşmıştım. Soramamıştım tabii ki babasının durumunu. Yaz başında Facebook sayfası üzerinden yaptığım araştırmayı konuşamamış, babasının yaşayıp, yaşamadığını bile öğrenememiştim. Malum, onca sene sonra aramayıp, sormayıp sonra öğrenmek istemek, yaptığım ayıbın üzerine tuz biber ekmek gibi gelmişti o zaman bana.

Leon Abi geçen hafta sayfasından önce bir fotoğraf, sonra da babasının vefat ilanını yayınladı. Yılların Nesim Abisi de zamana yenik düşmüş, sonsuzluğa doğru adım atmıştı.
Cenazesine katılamadım çok istememe rağmen, katılmak zorunda olduğum bir toplantıdan dolayı.

İki gün evvel bana Nesim Abi’nin diğer oğlu Jak Esim'den içinde üç tane fotoğraf olan sürpriz bir mesaj geldi. Gönderdikleri babasına ait olmakla beraber, ikincisi Nesim Abi’nin, büyükbabamla Silvyo mağazasında çektirdiği eski bir siyah beyaz fotoğraftı. Fotoğrafta, büyükbabam mağazanın kasasının bulunduğu kürsüde, zamanının modası kısa kollu gömleğiyle Mario Puzo'nun "Godfather"'ına benzer şekilde oturarak poz vermiş, Nesim Abi ise kasada ayakta yerini almıştı. Gömlekler, pantolonlar eski model; rengini bej olarak anımsadığım duvarda günümüzle benzeşen tek şey 21 Eylül Perşembe’yi gösteren bir maarif takvimi. Fotoğrafı büyütüp takvimdeki seneyi görmeye çalıştım ama nafile. Göründükleri yaşlardan ve giyimlerinden yola çıkarak yapabildiğim tek yorum fotoğrafın 1965 - 1975 arasına, ama yüksekle muhtemel 60'lara ait olduğuydu.

Fotoğrafı alır almaz, sosyal medyada herkes ile paylaştım:

İlk mesaj beni büyüten, ikinci annem dediğim Gül Teyze’nin her zaman kardeş gibi gördüğüm oğlu Mustafa Abi’den geldi. Yıllar boyunca Okmeydanı'ndaki, Nişantaşı ve Maçka'daki evlerine neredeyse her gün misafir olmuş, merhum babası Aydın Abi ve kardeşi merhum Ayhan’la ikinci bir aile oluşturmuştuk. Yani en azından bana göre öyleydi, şimdi düşünüyorum da aslında o kadar gitmem onları çok rahatsız etmiştir eminim, düşünsenize neredeyse her akşam o sofrada eksik olmamak. (Mustafa Abi, geç de olsa özür dilerim.)

Mesajda, “R, baktım 21 Eylül'ün Perşembe'ye geldiği yıllar 1962, 1967 ve 1972,” diyordu. Yine abiliğini göstermiş, tutmuştu elimden yıllar sonra. Benim aklıma bile gelmemişti web’den bakmak. Ama bu yardımı sayesinde büyük ihtimalle fotoğrafın çekildiği yılı buldurmuştu bana: 21 Eylül 1967.

İkinci mesaj uzun yıllardır görmediğim, yurtdışında yaşayan halamdan geldi. “Babacığım, seni ne kadar özledim," diyordu. Belli ki, hüzünlü de olsa, sürpriz olmuştu bu fotoğraf ona seneler sonra.

Beni asıl şaşırtan ise, bu sabah Kuşadası'ndan arabayla dönerken, Messenger'ıma düşen ve arkadaşlarımdan olmayan birinden gelen mesajdı.

Yorgo Paraskoudas isimli birisiydi mesajı gönderen. Hatasız bir Türkçe ile, “Çok güzel bir fotoğraf, ben de hatırlıyorum.” yazıyordu mesajda.

Anılarım canlandı bir anda. “Siz babamın mağazasında çalışan Yorgo Abi misiniz?” yazdım. Hatırlamıştım onu. 1970'lerde ben çocukken mağazada, Muhammed Ali, Joe Frazer maçları diye boks yapardık onunla.

“Evet,” dedi. Meğer mağazanın paltolarını diken terzi Koço'nun oğluymuş kendisi. Öğrenmesi bugüne kısmetmiş demek.

Babamı da anmadan geçmedi. Yunanistan'a dönerken takım elbise kalıpları hediye etmiş kendisine bizim peder ona, işinde yardımcı olsun diye. Ne güzel bir durumdu, yıllar sonra bile babam hakkında güzel bir cümle duymak.

Akşam baktım, geçmişten yedi kişi paylaşmış zaman tünelinde bu siyah beyaz fotoğrafı Kimi tanıdık, kimi bilmediğim insanlar... Meğer hepsinin yolu geçmişte kalan bu mağazada iyi kötü kesişmiş.

“Ne günlerdi,” demiş İzak Berk, "Cumhuriyet Bayramı'nda dükkânın ikinci katında oturup geçit merasimini seyrederdik, zira tören yürüyüşü İstiklal Caddesinde olurdu o zamanlar.”

Hüzünlü bir vesileyle ulaşmıştı bu fotoğraf bana ama yine bu siyah beyaz fotoğraftı yıllardır görmediğim, zamanın aramıza mesafe koyduğu, gerek İstanbul'dan, gerek Atina'dan bir sürü güzel insanı tekrar buluşturan. Yıllar içinde güzel anılara vesile olan meşhur Silvyo ve Zara mağazaları eşrafından, büyükbabam, babam, dayım, Nesim Abi, Terzi Robert Amca, Niyazi Abi, Todori, Hamza Abi; hepinizi rahmetle anıyorum.

Güzel ve iyi insanlar Jak Esim, Leon Esim, Mustafa Ölmez, Elissavet Zara, Dimitri Georgiadis ve Yorgo Paraskoudas, mutluluklar ömür boyu sizlerle olsun.

Varlığınız, yaşattıklarınız için çok teşekkürler.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Kavunun Sert Ve Beyaz Tarafı


Muharrem ve Yusuf Durgut kardeşler, Kemerköy Kulübü’nü Kemerköy Kulübü yapan, deyim yerindeyse işletmenin omurgasını oluşturan dünya iyisi insanlar. Fırsat buldukça spor yapmaya, iki ter atıp rahatlamaya giderim kulübe. Mutlu ve evde hissettirir orada bulunmak beni. Hele spordan sonra en az yarım saat oturup demledikleri çay eşliğinde kardeşlerle sohbet etmek benim olmazsa olmazımdır.

Muharrem Hocamız yeni evlendi. Dizginler belli ki Tuğba Hanım’ın elinde. Artık koştura koştura hanımın yanı başına gidiyor, zamanının Kaynanalar dizisindeki Timur - Tijen ilişkisi gibi.

Bugün Yusuf Baba’ylaydık. “Abi, yarıya geldim senin kitabın. Çok enteresan geldi," dedi. “Çok sevindim, ama enteresanlığı ne ki? Her insanın başından geçebilecek normal olaylardan alıntılar,” dedim.

“Hayır,” dedi ve anlatmaya koyuldu:

“Yıllar evvel Adapazarı'nda bir kafe işletirdim. Bir akşam bir arkadaşımla kafede kavun kesip yemeye başladık. Arkadaşım bana dönüp, “Ya Yusuf, bu zenginler kavunun beyaz, tatsız ve sert tarafını yerler mi acaba?” diye sordu. Ben de “Ne bileyim, zengin olunca söylerim,” dedim. Zenginleri farklı sanırdım ben. Senin kitabını okuyunca zenginlerin ya da imkânları kısıtlı olan insanların aslında benzer sorunlarının, sıkıntılarının olduğunu gördüm. Yani para veya imkân her şeyin çözümü değilmiş. Bu bana epey garip geldi,” diye bitirdi cümlesini.

“Abi,” dedim, “Birincisi ben zengin değilim, dolayısıyla yorumuna örnek teşkil edemem. Ama fikrimi soruyorsan, bütün insanlar aynı zaten. Zenginlik ve olanaklar şans işidir. Geçmişten gelir, şansın yaver gider, finansal olarak büyür gidersin. Ama içinde bulunduğun bir sürü soruna deva olmaz bu durum," dedim.

"İnsani kısımlardan bahsetmiyorum ki. Benim anlatmaya çalıştığım, yıllar yılı maddi imkânların bir sürü sorunu ortadan kaldıracağını düşünürdüm, ama şimdi fikrim değişti,” dedi.

Yorum yapmadım.

15 dakika sonra arabama binip evin yolunu tutarken, yine kafa uzaklara gitti:

Sonuçta maddiyattan bağımsız, dünyada hacmimiz kadar yer dolduran, aslında birbirimizden hiç farkımız olmayan canlılardık. Ardından zenginlik tanımını düşünmeye ve aslında manasının ne kadar izafi bir değer olduğunu, yıllar içinde tanıdığım bir suru kişi özelinde gözümün önüne getirip değerlendirmeye koyuldum.

Maddi olarak ne kadar zengin olsa bile, insani değerler, yargılar bakımından yoksul olan bir sürü insanın yanında maddi olarak zayıf ama gönlü güneş kadar büyük ve zengin onlarca kişi tanımıştım.

Olay gerçekten enteresandı, ama Yusuf'unkinden biraz daha farklı olarak...

Sonra düşündüm; aslında ne kadar güzel olurdu biraz paylaşmayı, mutlu etmeyi bilmek. O zaman yaşam daha dengeli ve güzel olurdu hâlbuki.

Garipti durum kesinlikle, ama aynı zamanda da bir o kadar da anlamsız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Olimpiyatların Güzel Tarafı



Oldum olası spor hastasıyımdır. İnsanların farklı hobiler, sosyalleşme, içki, sigara ile uyguladığı “kafa sıfırlama” olayını, vücudum yorgunluktan çatlayana veya bir kasım çekene kadar yaparım. Ayrıca bunu kısmi olarak mazoşist bir eylem, kendine eziyet etme, kendini cezalandırma olarak da tanımlayabilirim.

Senelerdir denemediğim, yapmadığım spor dalı kalmadı. Tenis, aikido, fitness, futbol, maraton, basketbol, yüzme, Tayland boksu, kite, cross fit ... Yani nerede ise aklıma ne gelirse. Ancak sporda ultra kabiliyet yoksunu ve mental olarak çok zayıf olduğum da su götürmez bir gerçek.

Futbol oynamaya çalışırım; topu düzgün süremem. Basketbolu denerim; sol elim tahta gibidir. Yıllardır tenis oynarım; stilim iyi olsa da kıçımı kaldıramadığımdan toplara koşmaya üşenirim. Maçlarda alternatif planım yoktur. Kite denerim, paraşütü kaldıramam. 1985’te maratona girmiştim örneğin. Ancak dört buçuk saatte maratonu, yarısını koşarak, yarısını da yürüyerek bitirmiştim. Hatta maratondaki üç buçuk saatin ardından trafiği açtıklarında arabalara otostop çekmişliğim bile vardır. (neyse ki beni kimse almadı bu arada). Fitness'da biraz yorulunca ağır kilo yapabileceğim hareketleri hafif kilo ile yapma kolaylığına giderim.

Kısaca biraz zora girdim mi aklım bana her zamanki gibi “Ya siktir et. Ne uğraşıyorsun...” golünü atar. Siktir et koşma, siktir et kaldırma... Ulan manyak mısın, mal mısın? Ne işin var!” tarzı iç söylemlerim daima kazanan taraf olur. Anlayacağınız “mental failure”* had safhadadır bendenizde.

Diğer taraftan eskinden TV’de spor seyretmekten zevk alırdım. Her türlü sporu seyredip, “Uff babaya / babalara bak! Ne geçirdi /geçirdiler/ kazandı/ kazandılar!” şeklinde, biz erkeklerin zamanında erotik film izleyip kendimizi güzelim kızları götüren adamlar yerine koyma misali, kendimi ekranda gördüğüm sporcularla özdeşleştirdiğim olmuştur.

Son birkaç yıldır artık spor seyretmekten haz almaz oldum. Ya insana neredeyse makineye dönüşmüş hissi veren Usain Bolt, Djokovic, Messi gibi duygusuz, herkese tepeden bakan, süper atletlerden dolayı ya da herkese ayar çekmeye çalışan; saçı, başı tuhaf görünümlü, dayı futbolcularımızdan dolayı bu olaydan da soğudum.

Geçen gün, fitness yaparken gözüm tepedeki TV’ye takıldı. Bildiğim kadarıyla olimpiyatlar bitmişti ama ekranda hem “canlı”, hem de “Rio 2016 Olimpiyatları” yazısını üzerine bir de o esnada oynanan futbol maçındaki hareketlerin beceriksizliğini fark edince, ne oluyor diye izlemeye koyuldum.

Standart büyüklükte bir futbol sahasında oynanmıyordu maç. Dörder kişilik takımlarla oynanmaya çalışılan bir halı saha maçıydı. Tek farkı bu halı saha maçını yapan futbolcuların, gözlerinin bağlı olması ve dışarından gelen yönlendirmeler doğrultusunda topun peşinde koşmalarıydı. Tahmin ettiğim gibi bu kişiler görme engelli sporculardı, ve çok mükemmel olmasa bile çalımlarıyla, şutlarıyla, düşüp kalkmaları ile futbol oynuyorlardı. Antrenmanı bıraktım, şaşkınlık içinde izlemeye koyuldum ekranı. Futbol bitti tekerlekli sandalyede podyuma gelen engelli bir kadın sporcu, bench press’te 105 kg kaldırarak paralimpik olimpiyat rekoru kırdı. Ertesi gün bu kez tekerlekli sandalyedeki oyuncularıyla iki takımın takır tukur basketbol maçı yaptıklarını gördüm.

Bugün de paralimpik olimpiyatlarının kapanışında tek ayağı olan, görme engelli ya da daha farklı engellere sahip bu insanların neşesine, danslarına, mutluluklarına ve güler yüzlerine tanık oldum.

Yenilmemişlerdi. Tam tersi; zihinleriyle, hırslarıyla, yaşama tutunma azimleriyle hayatı alt etmişlerdi bu mükemmel insanlar.

Kazananlar, hem de acı farkla kazananlar kesinlikle onlardı.

Sonra kendime ve en ufak zorlukta maraza çıkaran, kolayı seçen zihnime baktım.

Ve utandım...

 

 

 

 

 


Papi



“I am so surprised that you didn't write anything about Papi in your book,”* dedi Meral Hanım.

“Hatırladıklarım o kadar az ki yazamadım,” dedim. “Ama sen anlatırsan, benimkilerle birleştirebilirim belki.”

Valide Hanım sonradan Türk olduğu için genelde, diyaloglarımızı o İngilizce, ben Türkçe cevap şeklinde yaparız.

“Well, Papi was an egoist man...” diyerek anlatmaya koyuldu.

**********************************

Papi, benim büyükbabam Nissim Zara'ya benim çocukken koyduğum isim. Kendisiyle çok vakit geçirmeye fırsat bulamadım, dolayısı ile onunla ilgili hatırladıklarım kısıtlı.

Pazar günleri kendisinin, bas bir, kaldır iki, direksiyondan vitesli, uçak gemisini andırır Impala arabasıyla maaile öğlen yemeklerine çıkardık. Yolumuz, ya Bakırköy tarafındaki Ömür Lokantasına, ya o zaman küçük Çekmecedeki Beyti Lokantasına, ya Façyo'ya, ya da Kıyı Lokantasına doğru olurdu. Şoför Niyazi Amca, büyükannem, dayım, ben ve "Godfather" tipli büyükbabam o koca arabaya rahatça sığışır, yaylana yaylana giderdik. Bu aktivite o yaşlarda benim için haftanın en büyük eğlencesiydi.

Yemeğin ardından, Dayı'ya gidilir, içki eşliğinde sohbete devam edilirdi. Viski severdi Papi. Herhalde zamanında benimle taşak geçmek istediği için parmağımı kendi içkisine batırtır, sonra bana tattırırdı canım Iskoç viskilerini. Kendisi başlamadan biten viski deneyimimin katili olmuştur. Hayatta o tecrübeden sonra viski sevemedim hiç.

1978 veya 1979 yılında hayata göz yumduğunda çok üzülmüş, o çocuk kafamla o zamanın play-dooh tarzı oyun hamurlarından onun ufak bir büstünü yapıp bozulana dek kolye şeklinde boynumda taşımıştım. Benim için hayatta farkında vardığım ilk gerçeklerden biri olan ölüm kavramıyla tanışmam onun aramızdan ayrılmasıyla olmuştu.

Net bilmemekle beraber, Papi’nin doğumu 1900 - 1910 seneleri arasında olmalı. İş hayatına, bildiğiniz arabayla kapı kapı gezerek seyyar satıcılık yaparak başlamış. Trendleri ve fırsatları özümseyerek o zamanlar İstanbul’un en önemli mekânı olan Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde, bugünkü Galatasaray Lisesinin karşısında, eski postanenin sağı ve solunda ZARA ve SILVYO mağazalarını açmış.

Bu mağazalar, o dönemde var olan Martino, Erol ve Vakko ile beraber en hatırı sayılır ve kokoş mağazalarından olmuş
Papi o kadar girişken bir tüccarmış ki, kumaşın kısıtlı olduğu 1950'lerde kadife kanepe kumaşından pardösü diktirerek satışta “peak”* e ulaşacak kadar veya o zamanlar yabancı ahalinin çokluğundan dolayı çakma da olsa beş aldı dili konuşabilecek vizyona sahipmiş.

Zamanında sormuştum babama, bizdeki bu İtalyan pasaportu nereden geliyor diye. O da yok Milano'daki nüfus idaresi yanmış da, biz de arada kaynayıp İtalyan diye kendimizi yazdırmışız makarası yapmış, ben de ona mal mal bakmıştım. Yıllar sonra anlattılar; meğer Papi 1930'larda İtalyan Hükümetinin Türkiye'deki azınlığa açtığı bir haktan yararlanarak kendisini ve dolayısıyla daha sonra bizleri de İtalyan vatandaşı yapmış.

Cin gibiymiş namussuz meğer.

Epey de baskıcıymış ama. Belli ki babama büyürken epey zorlukta çıkarmış. Babam gençliğinde Nadia isimli bir kızla flört etmeye ve iş ciddiye dönmeye başladığında, babamı apar topar İngiltere'ye üniversite eğitimine yollamış ve olayı nihayetlendirmiş. Babam bu; durmamış tabii o da. İngiltere'nin bağrından o zamanki Maureen, şimdiki Meral'i gelin olarak getirmiş sonunda Türkiye'ye. Babamın Türkiye'ye döndüğü, ve annemin de 6 - 7 Eylül olayları yüzünden Türkiye’ye gelişini ertelediği sene içinde babamı Musevi sosyetesinin zengin bir elemanının yanına işe sokmuş. Ama bu işe sokma ayarlaması, aslında babamın yanında işe başladığı adamın kızıyla evlenmesi maksadıyla yapılmış bir kurguymuş. İki, üç ay sonra babam olayı çakozlayınca hemen olay yerinden istifa edip vınlamış.

Tam eski Türk filmlerindeki gibi yani.

Bir rivayete göre öğlenleri mağazaların yakınında olan Rejans’a gider, Bolşevik ihtilalinden kaçan Rus hanım ahalisiyle sıkı fıkı paylaşımlara girermiş. Dedim ya, bizim Godfather milletin 2000'lerde çözdüğü Rus açılımını, 1950'lerde başlatmış. Tam vizyon, net vizyon olayı .

Çevresi de genişmiş, mağazasında Zeki Müren gibi ünlülerle enseye tokat, göte parmak, geyikleme arkadaşlıkları varmış. Yani tabii ki mecazi anlamda!

********************************

“Despite being an egoist, he was an incredibly succesful businessman in deed,”** dedi ve sözlerini bitirdi.

Annemin onda takdir ettiği değerleri bilmem ama anlaşılan epey eğlenceli, “siki taşağına” denk bir adammış. Aynı dönemde yaşayıp, biraz daha vakit geçirseymişiz keşke, herhalde ondan epey bir yol yordam öğrenmiş olurdum...

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Çalar Saat



- Hacı ya, bana bir iyilik yapar mısın?

- De bakaamm goççum.

- Yaa bir arazi var Göktürk'te. Onu bana alsana. Büyük bir şey de değil, 15 dönümcük...

- YUHHHHH!!

- Ya bokunu yiyeyim ya, sana koymaz, sevindir şu fakir, garip keloğlanı. Hem hayırlı bir iş için ya. Spor tesisi yapacağım. Maksat millet çoluk çocuk ailece spor yapsınlar. Hem bende sevdiğim işi yaparım. Hadi baba yaaa. Gıdını yiyeyim, ne olurrrrrrrr ya...

- Tamam leyn hibino Robert. Ağlama öyle garı gibi, söyle bizim Memo'ya halletsin yarın.

- Aslansın abim benim! İyi ki varsın! Allah seni sevdiğinden eksik etmesin...

- Kes len tatavayı...

***********************************

(İki gün sonra, mekân Göktürk)

- Kado kardeşim, bak seninle nice alışverişlerimiz oldu. Bugün yine sana hayırlı bir iş için geldim.

- Lafı mı olur Robertcığım, nasıl yardımcı olayım sana?

- Göktürk'te on beş dönüm yerim var. Bunun beş dönümünü sana vereyim sen X şirketi olarak buraya bir site kur. Bana da iki dubleks daire ver. Bir de bana mimarını yolla. On dönüm içinde bana tesis zemini, bir tane de büyük ana lokal binası yap. İçinde bir basketbol / voleybol sahası, bir ağırlık salonu, bir cross-fit salonu, bir de kafe bölümü olsun.

- Ne yaptın abi ya! İstersen X'in tapusunu sana geçireyim. Ne yapıyoruz ya Varyag uçak gemisi mi dizayn ediyoruz?

- (Baba sıçtın rüyanın içine, tamam dubleks falan istemiyorum, uyandırma şimdi beni uykumdan)

- (Tamam abi, unutmuşum rüya olduğunu devam ediyorum) Tamam yapalım o zaman sözleşmeyi. Hatta diyorum iki dubleks sana az, bir de 1+1 vereyim ben sana.

- Ulan adam gibi adamsın Kado Kardeş. Gel bir sarılayım sana. Hadi gel şimdi lahmacun yemeğe gidelim. Şöyle soğanları da kırarız masada keh keh .


*************************************


(9 ay sonra, mekân Göktürk)

- Muharrem Durgut Hocam, istediğin dördü kapalı sekiz tenis kortu, bir büyük, iki minyatür halı saha işi sen dostum ortağımda. İsmini de M. Durgut tenis /futbol akademisi koyarız. Ama beni de çocuklara hoca diye alacaksın.

- Büyük kaptan Arzu, senin önderliğinde Arzu Göllü voleybol / pilates akademisi kuralım. Saha bizde, yönetim sende.

- Emrah Özdemir, Seymen Yıldız kardeşler, cross-fit ve ağırlık sizde. Baraka yerine size karargâh kuruyoruz . He, iki de tişört vereceğim XXL. Dolaşmayın öyle cıbıl cıbıl Tarzan gibi ortada .

- Kenan kardeşim...

************************************************


(12 Ekim 2016, sabah 06:45)

Dııııııııttttttttttttttt!!!

- Ananın ne oluyor ya? Neredeyim lan ben? Uff yataktaymışım; korktum lan. Hassiktir ya yine sabah oldu, kıçım da açıkta kalmış yine.

Hadi kalkayım daha bir sürü işim var. Çocuğun okul taksitini ödeyeceğim daha. Zaten doları ucuzdan bozdurdumdu şimdi oldu 3,1 TL. Ulan her işim cenabet zaten.

***************************************************



İşte böyle bir hayal arkadaşlar, düşünmesi bile güzel.

Hayal ettiğimiz sürece yaşamıyor muyuz zaten?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


“Fetch the Ball”


İngiltere'de çalıştığım yıllardı. Çoğunlukla yaptığım gibi bir Pazar günü Notting Hill parkına paten yapmaya gitmiştim. Düşme, kalkma ve de paten yapamama çabalarım o gün için bittiğinde oradaki ufak gölün kenarındaki şezlonglardan birine kuruldum. Nadir Londra güneşinden yararlanmaya çalıştığım bir okazyondu kısacası.

Uzakta, orta yaşlarda berduş kılıklı bir adam takıldı gözüme. Bir elinde bir tenis raketi, diğer elinde bir top, yanında da gözlerinin içine bakan köpeği vardı.

Adam elinde raketle ne yapıyor acaba demeden diğer elindeki topa raketle vurdu. Vurmasıyla beraber yanında duran köpeği Hızır gibi sarı tenis topunun pesine düştü. Yaklaşık beş saniye içinde topu yakalayıp sahibine getirdi. Getirir getirmez adam topu bir kere daha, ama bu sefer daha uzağa yolladı. Köpek yine fırladı. Gitti yine topu geri getirdi.

Bu sırada adamın gözü göle ilişti. Bu sefer topu, çok güvenemediğinden olsa gerek, fazla uzak olmamak kaydıyla gölün içine yolladı. Bizim zavallı köpek pırr topun peşinden koştu önce, sonra yüzme, akabinde koşu etaplarını tamamlayıp yine geri getirdi.

Tüm bunlar olurken ben de içimden ne kadar küfür varsa pezevenge, yaptığı sadist ve yavşak hareketlerden dolayı sıralıyordum.

Berduş baktı her şekilde top geri geliyor. Bu sefer tüm gücüyle topu gölün tam ortasına doğru salladı.

Bizim “Bobby” - köpeğin adı buymuş adamdan duyduğuma göre - yine topun peşinden koştu. Gölün kenarına kadar geldi, ayaklarını bu sefer azıcık suya soktu. Önce otuz beş, kırk metre ilerde gölün ortasında yüzen topa baktı, sonra döndü adama baktı.

Bu sırada yavşak sahibi de “C'mon Bobby, go and fetch the ball”* diye bağırmaya başladı. Köpek yine önce topa, sonra sahibine baktı ve arkasını dönüp tam sahibinin olduğu yerin tersi yönde yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı.

Hatırladığım son şey “Bobby, come back” diye köpeğin arkasından koşan sahibiydi. O ibnenin köpeği yakalamak için peşinden koştuğu, köpeğin de tüm uyarılara rağmen iplemediği sahne resmen içimin yağlarını eritmişti.

Yıllar geçmesine rağmen, hâlâ unutamadığım, hatırladıkça gülümsediğim bir anıdır bu.

Akıllı olun. İşin bokunu çıkarmayın. Unutmayın, kimse vazgeçilmez değil. Ne demişler; keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner. Kahramanım Bobby!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Kirkor Baba


Eldeki bir kuş daldaki iki kuştan iyiymiş. Hikaye.

Karşıt örnekleriyle destekli, külliyen saçmalık bu bence.

İnsanın elinde az ya da orta çapta maddi güç, beraberinde getireceği “Aman elimdekine bir şey olmasın, erimesin” düşüncesinden hareket alanını kısıtlar, insanı daha tutucu yapar ve cesaretsizliğe sevk eder. Yükseklik korkusuna sahip biri yüksek bir yerde nasıl kasılırsa, averaj maddiyat da insana aynı öyle kılı kırk yardırır; %99 başarılı olabileceği bir projede, %1'lik olumsuz neticelenme bölümüne odaklandırır.

Dün iki hikâye duydum, dostlarla yemekteyken.

Biri Yozgat'tan New York'a cebinde sadece on dolar parayla bir cumartesi günü göçen on yedi yaşındaki bir gencin, vardıktan yalnızca iki gün sonra, pazartesi günü başladığı çalışma hayatında, hiç durmadan ve hayattan zevk alarak çalıştığı kırk sene sonunda vardığı üst noktanın hikâyesi. Bir elmas atölyesinde yer silerken, çalışanlara çay, kahve servis ederek başladığı çalışma hayatında, önce mesleğin inceliklerinden “mıhlamayı” öğrenip, daha sonra Tiffany'lere mücevher satacak bir pozisyona gelen, aralarda restoranlar, bagel'cılar, gece kulüpleri açmaya varan bir başarı öyküsü.

Diğeri ise; hiç kimseyi tanımadan ailesi ile gittiği Kanada'da, havalimanından çıkar çıkmaz, telefon rehberinde kendi mezhebinden tanımadığı birisini arayıp, birkaç gün barınacak yer istemeyle başlayıp, ülkenin en önemli kundura mağaza zincirlerinin sahibi olmasıyla devam eden bir yaşam süreci.

Hayatta gözü kara olanlar, cesaretliler yani “ya batarım, ya tam kazanırım” şeklinde hareket eden girişimcilerdir kazananlar.

Kaybetme korkuları yoktur, zaten sıfırdan gelirler. Bir denemeyi kaybetseler bile diğer denemelere dönüp geriye bakmadan girebilecek motivasyona sahiptir onlar.

Tükenmeyen yakıtları özgüvenleridir. Geri kalan her şey ise teferruattır.


Dosta Mektup


Beş sene oldu ebedi dost, birbirimizden ayrılalı.

Özlüyorum o mahzun bakışlarını, sen hasta olunca benim senin yanından, ben hasta olunca senin benim

Geçen gün yine hatırladığımda gülümsedim, ne komiktin bahçedeki o kapanıp, dikenlerini çıkaran kirpiyi gördüğünde. Havlayıp çağırmıştın beni bu ne yahu, diye.

Şehirde yaşarken seni dolaştırmaya çıktığımda, bazı salakların seni görüp kaldırım değiştirdiklerini anımsıyor musun?

Önyargılıydılar tabii ki, bir bilselerdi hâlbuki hayatında ne kimseye hırladığını, ne de kimseyi ısırdığını. Çirkin diyen densizler olmuştu içinde barındırdığın koca yüreği, karşılıksız sevgiyi ve o doğal iç güzelliğini bilmeden.

Yine sevmediğim Kasım ayının ilk gününe yaklaşıyoruz, o tatsız ve beni buralarda öksüz bıraktığın günün arifesine.

Birkaç sene evvel yazmıştım ya hani sana hitaben yazılarımdan birinde, insan kılıklı köpeklerin arasında ayakta kalmaya çalışıyorum diye. Chucky ve Monty sonra çok kızdılar bana bizi çok aşağıladın diye. Ha onlar mı? Onlar Tibet'in köpekleri, bende kalıyorlar. Almaya gönlüm elvermedi kendime başkasını. Zaten nasıl alayım abi, hâlâ tasman kütüphanemde dururken.

Şehirden uzağa, ormanın kenarına taşındım geçen sene. Kaçıyorum insanlardan mümkün olduğunca. İyi geliyor sessizlik bana, orman, tabiat, yeşil. Ama yine geliyorlar arkamdan egoları, içten pazarlıkları, hainlikleri, bitmek tükenmek bitmeyen hırslarıyla. Her geçen gün, bir önceki günün üstüne koyuyorlar çirkinliklerini, yapmacık hâllerini.

Belli ki onlar gelecek, ben uzaklaşacağım, yaklaştıklarını hissettiğim zaman vınlayacağım biraz daha uzaklara bu sefer. Şimdiden Tayakadın'da yer bakıyorum, duvarın eşliğinden geçsek zaten ülke değiştireceğiz. Bekliyoruz ama, Tibet'in büyüyüp ayaklarının üstünde durabildiği zamanı. Zaten o zaman game over olacak.

Tibet iyi. Büyüyor namussuz. “Baba, ben askere gitmek, savaşmak istemiyorum,” diyor gereksiz şekilde. Görüyor musun, nasıl akıllandı? Haklı tabii çocuk. Niye savaşsın Musul'da, Suriye'de, birkaç gözü dönmüşün neferi niye olsun savaş onun değil ki... Bakacağız zaman neler getirecek.

Beni sorarsan; içim sıkıntılı, tahammülsüzüm ve içimde korkunç fırtınalar kopuyor. Öfke patlamaları yaşıyorum içimde, dışımda sakin görünmeye çalışırken. Bir de huzursuz bacak sendromu başladı, görsen bacaklarımı sallamaktan kalflarım eşekler gibi şişti.

Aslan dostum Sato, sen oraların keyfini çıkarmaya devam et. Büyükbabam, büyükannem, babam, dayım, Semih Abilerle, fırsatın varken.

Ben yanına geldiğimde üstüne atlayıp, seni sıkıştıracağım sürekli. Ona göre .

Hadi görüşmek üzere.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Fasıl

Bugün tatsız, keyifsizim. Belli bir nedeni yok. Gündem de değil beni sıkan, alıştık artık ne acı ki. Oğlanın arkadaşı geldi, Playstation’a daldılar. Bana yer yok bu akşam belli ki.

Ağırlık, spor, kafa pansumanı, isteksiz isteksiz geçen bir saat.

Salondan çıkınca, yanındaki lokale girdim, belki güzel bir çay azıcık da olsa keyfimi yerine getirir. Beklerken kış bahçesinden elektro bağlama, darbuka ve kanun eşliğinde tanıdık bir türkü kulağıma çaldı;

“... Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor, lambada titreyen alev üşüyor...”

Güzel sesin sahibi Mihriban’ı döktürüyordu derin derin. Oldum olası sevdim bu türküyü. Eski eşimle kavga konusu bile olmuştu bu türkü, sözlerde atfedilen yar sarışın, kendisi siyah saçlı olduğu ve mırıldanan ben olduğum için.

Erdem'e sordum nedir gecenin anlamı, diye. Meğer siteden bir ev sahibiyle on beş, yirmi arkadaşı, erkek erkeğe, büyük bir rakı masası kurmuşlar; meze, rakı, balık eşliğinde hep beraber çalıp söylüyorlar.

Kalktım yerimden, kış bahçesine girdim. O kadar neşeli bir görüntüydü ki, kendime engel olamadım, tanımadığım bu kişilerin masasının kenarına kadar geldim.

Selam verdim kafamla çalıp söyleyen üç arkadaşa. Selamımı aldılar; bir nevi gönüllerinin kapısını açtılar bu tanımadıkları adama garipsemeden, sorgusuz, sualsiz, istiflerini bozmadan.

İliştim boş sandalyeye. Normalde ağzıma koymadığım rakıdan bir parmak doldurdum, üstüne su ve buz. Mihriban bitti. Hiç durmadan Fırat'a geçtiler. Allah’ım, arka arkaya bu kadar mı güzel iki türkü olurdu.

“... Kömürhan köprüsü Harput’a bakar, ölem ölem derdo ölem Harput’a bakar, kör olası zalim Fırat ocaklar yıkar...”

Gözlerimden yaşlar süzülüp türküyü mırıldanmaya başladım yıllar sonra tekrar tanıştığım rakı kadehi eşliğinde. Akıl gitti gerilere, Eşkıya’ya, Şener Şen'e...

Surlar su altında kaldı, yakında sıra mezarlarımıza gelecek, diyordu.

Türkü bitti, gözlerim yaşlı kalktım masadan. Kafamla selam verdim, geldiğim gibi sessizce arkamı dönüp gittim, kafam karışık.

Söylesenize bilgili arkadaşlar, anlatsanıza bana. Dünyadaki bu sevgisizlik, çirkinlik, garip düzen nedir?

Kafam almıyor, biriniz anlatsın neden her masa, her hane bunun gibi içten, dost, samimi, iyi değil?

Nedir alıp veremediğimiz birbirimizden bu sıçık dünyada?

Ne olur anlatın bana, hiç ama hiçbir şey anlamıyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


O Gece



Uyandı. Akşam yediği pizzalar ve art arda içtiği kahveler midesini bozmuştu. Yataktan kalktı, tuvalete yönlendi. Tuvalete çıkmak ve istifra etmek arasında gidip geliyordu uykulu hâliyle. Kapıyı araladı, bir süre klozete oturdu. Anlaşılan kendi kendini kusturması daha iyi olacaktı. Ayağa kalktı.

Kendine geldiğinde yerde yüzükoyun yatıyordu. İlk iki denemesinde ayağa kalkmayı başaramadı. Gücünü topladı. Üçüncü denemesinde yavaşça doğruldu; önce dizlerinin üstüne, sonra ayağa.

Yerde baygın ne kadar zaman geçirdiğini bilmiyordu.

Elini ağrıyan kafasına götürdü. Kafasından akan oluk oluk kanın önce eline bulaştığını oradan da yere aktığını hissetti.

Şaşkındı.

Aynaya doğru döndü. Kendini gördü. Carrie filmindeki kız gibi, kanlar sol gözünün her iki yanından aşağı, sakallarına doğru süzülüyordu. Klozete oturdu, güçsüzdü. Kan durmaksızın akmaya devam ediyordu. Sağa sola bakındı. kafasını kaldırdığı yerde 15 cm. yarıçaplı daire şeklinde bir kan birikintisi vardı, vişne rengine çalan yoğun.

Dolaplara, çekmecelere ilişti gözü. her yer kandı.

Kendinde yeterli kuvveti bulunca, duvarda asılı havluyu alıp , fark ettiği iki derin yaraya bastırdı. Kanın akmasını engellemişti bu şekilde.

3 saat sonra kafasındaki yaralar ve kafasına atılan sayısını bilmediği dikişlerle hastanenin acilinden çıkarıldı.

Ucuz kurtulmuştu.

****************


Geçmişe, 1982'ye gitti. Yayla Apartmanı 3 numaranın tuvaletinde ölmüş buldukları dayıyı anımsadı.

Eziyetle geçmiş bir hayat, belki de Tanrı’nın bir lütfu olarak acısız, sakin ve dayıya yakışır cinsten sessizce sona ermişti.

Tekrar ana döndü, şükretti.


Sağlığın, günlük saçma sapan hengamelerden, kuruntulardan, sıkıntılardan, kavgalardan daha önemli olduğunu düşündü.

Gülümsedi. Sanki sonsuza kadar yaşayacakmış gibi, kendi de dahil tüm insanların kafası kopmuş tavuklar misali nasıl koşuşturduğu geldi aklına.

Sağlık her şeyden daha önemliydi, diğerleri ise teferruattı. En azından bir iki gün bunu böyle düşüneceğini, akabindeyse benzer bir durum yaşanana dek sağlık konusunun öncelik sıralamasının daha altlarına gerileyeceğini biliyordu. Olan hep buydu, öyle değil mi?

Fakat bu sefer öyle olmayacak, dedi. Kararı uygulamaya koyulacaktı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Sohbet



Bey Efendi ile sohbette idik:

- Bay T’nin de doğum günü yaklaşıyor. Ne yapsak?

- Bu sene öyle parti istemiyorum.

- Niye ki? Sen severdin.

- Aile arası olsun istiyorum, kendi aramızda.

- Ya bırak yeme beni. Anlat ne oldu? Arkadaşlarınla mı bozuştun? Çıkar baklayı ağzından.

- Ne baklası, ağzımda bir şey yok benim!

- Lafın gelişi Tibetiko. Anlatsana ne oldu?

- Ya benden küçükler hâlâ bana sekiz yaşına bastın diyorlar.

- Ne alaka, yakında ondan gün alacaksın.

Hafif kızarak,

- E, ben de onu diyorum herhalde!

Yani nasıl böyle bir ahmakça soru sorabilirim! Kabul edilebilir şey değil!

- Ya takıldığın şeye bak. Bana bugün deseler sekiz yaşına dönmek ister misin diye, direkt nereyi imzalıyorum derdim.

- Sen kolay sanıyorsun herhalde bizim yaşları.

Vay vay, ayar geliyor anlaşılan.

- Asıl 49 yaşında olmak kolay.

- Yapma yahu! Anlatsana yaşadığın şu zorlukları?

Dökülmeye başladı:

- Bir kere 24 sayfa ödev vaaar!

- Ağlama uyanık kafa. Bu hafta tatilsin diye o kadar sayfa ödev. Bende de iş vaaar!

Sonra başladık gülerek sidik yarıştırmaya:

- Her gün 6:30’da kalkıp okula gitmek vaaaar!

- Bizde de her gün işe gitmek vaaaar!

- İşe gitmek kolay, bizde sınavlar vaaaar!

- Oğlum neresi kolay? Bak, kendi işinde çalışsan kârlı olma zorunluluğu, başkasının işinde çalışsan başarılı olma gerekliliği vaaaar. Yoksa şutingen vaaaar!

- Başka işe geçersin o zaman.

“He ya, herkes de beni bekliyordu zaten. İş değil üçün biri vaaar,” dedim ve üste çıkmak için, “Ben de her akşam PS4 oynamak yoook,” diye de ekledim.

“Bizde de kız yoook, öpüşme yooook,” dedi Bay Bilmiş.

- Daha iyi ya. Size her gün oyun vaaar.

- Okulda kıyafet zorunluluğu vaaaar!

- Bende de “baba bana bunu al” yooook!

- Sende de iPad vaaaar!

Ulan namussuz T, sanki bana iPad’imi kullanma fırsatı bırakıyorsun da kendi oyunlarından.

Böyle gülmekten yarılarak bir o, bir ben sürdürdük bu hoş sohbeti. Eve geldiğimizde bana sarılması bütün haftanın stresini sildi süpürdü. Pamuk gibi oldum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Kucaktan Kucağa




“Anlat bakalım, ne oldu?”

Anlattım.

- Hmm, sen şimdi git bir EEG yaptır, sonra da MR’ını göreyim.

Gittik, yaptırdık, geri geldik.

- Beyin iyi gözüküyor. Sen şimdi git aşağıdan şu kan testlerini yaptır. Sonrasında seni kardiyolojiye yönlendiriyorum. Ben bir şey bulamadım.

İndik, sıraya girdik, önce kan testleri sonra kardiyoloji muayenesi.

Kardiyolojideki doktor sordu:

- Bu kan testlerini niye istedi ki? Gereği yoktu.

Adamın suratına “bilmiyorum” edasında baktım.

Akabinde bir sürü sordu. Sonra olay esnasını gören var mı diye sordu. Yok, dedim. “Bayıldım ve kan gölünün ortasında bu şekilde ayıldım.”

- Sen şimdi git, EKO testi için randevu al. Gerçi bir şey çıkmaz ama sen yaptır. Ama şu hâlinle bir tanı koyamıyorum.

Sonuçta iki doktor randevusu, EEG, MRI ve kan testleri sonucu, adamlar bildikleri tanı kalıpları içine beni yerleştirip olaya bir ad koyamadılar.

Yani nasıl bir bilgi eksikliği ile girmişsem, aynı şekilde çıktım, tek farkla cepten zayıfladığım 7500 TL haricinde!

Üç - dört kucak, hoop üç - dört raporla boş küme eve dönüş.

Bir daha olursa mı? Dua edeyim; kesici, sivri yerleri bol alanlarda bayılmayayım. Ha, bir de bayılırken kafan yukarıda kalmasın, yoksa ekspres olarak Tahtalıköy’e!

Doktoru tekrar göreceğim yakında. Direkt yönlendirme yapacağım bu sefer adama, kulağımın arkasını tetkik etmesi yönünde.

Ne de olsa bir sik..., pardon madik atmadıkları orası kaldı!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Maureen Zara



İngiliz Meral, sorunları kendi içimde çözmeyi, sızlanmamayı, mücadele etmeyi, dik durmayı, kendine yetmeyi, seçici olmamayı öğretti bana bu hayatta.

O bunu İkini Dünya Savaşı’nın ortasında babası cepheye gitmeyi beklerken, sekiz yaşında mecburen kaldığı amcasının evinde, evin yükümlülüklerini, okulu ile birlikte yürütmeye çalıştığı zor ortamda “alaylı” olarak öğrendi, oyun oynamak yerine. Bu onu dirençli, sağlam ama soğuk yaptı. Bu öğretisini bilinçli veya bilinçsiz bana da geçirdi.

Kendine yetmek hayat felsefem oldu. Farklı kıldı beni, belki iyi belki kötü yönden. Ne çok üzüldüğümü, ne çok sevindiğimi, ne zaman düştüğümü, ne zaman ve nasıl kalktığımı kimse fark etmedi; gerek de yoktu zaten.

Çocukken yalnız kaldığım akşamlarda karanlık diye korkudan arka odaya gidememeyi de, kekelemekten kurtulup, kendine güven duymayı da adım adım, sorunun ya da korkunun üzerine üzerine giderek öğrendim.

Parmakla gösterecek, kin duyacak çok olay, çok kazık geçti başımdan. Ancak gülmekten öldüğüm, çok mutlu olduğum anlar çok nadir oldu.

“Beklenti” kelimesini babam vefat ettiği gün lügatimden çıkardım.

Hayatta ne yaptıysam kendi çabamla, ne yapamadıysam da kendi beceriksizliğinden yapamadım.

Böyle evirildim. İyi kötü böyle gidiyorum.

Şu hayatta da şu yaşadığım an dışında kafamı yoracak bir durumum yok.

Dün tarih oldu.

Yarın mı? Ona da, uyanabilirsem yarın bakarız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Ütopya


Çözümü olabilir miydi gerçekten?

Düşünmeye başladık.

Denklemde toprak, ülke, ulus, millet, devlet veya herhangi bir ötekileştirme olmamalıydı.

Din, mezhep, cinsiyet, renk, ırk gibi kelimeler lügatten çıkmalıydı.

Herkes çalışacak, çalıştığının karşılığı herkese eşit olacak, söz gelimi bir bilim adamı ve işçinin alacağı karşılık aynı olmalıydı.

Burası kafama takıldı, sonuç itibari ile bir bilim adamı onca sene çalışacak, dirsek çürütecek, diğer taraftan vasıfsız bir işçi ile aynı karşılığı alacaksa bu haksızlık değil miydi?

“Eğer işçilerin yaptığı yollar veya binalar olmasa bu bilim insanları nasıl işlerine gidebilir, nerede çalışabilir?” dedi.

“Haklı olabilirsin, ama başka sıkıntılar da var. Böyle bir karşılıklandırma sistemi olacaksa, herkes minimum eforlu işi seçer, toplum tembelliğe alışır, ilerleyemez,” dedim.

“Maneviyat, manevi tatmin,” diye cevapladı.

Tatmin olmadı. Sonuç itibariyle insanoğlu her zaman kolayına geleni yapmıyor muydu? Tembellik, çalma, rüşvet, kayırma...

Gerçi doğduğun zaman, otoritenin senin mesleğini belirlemesi bir yanıt olabilirdi ama burada genetik olarak insanların seviyelerinin farklı olduğu gerçeği ortaya çıktı. IQ’su 80 olan adamı uzay fizikçisi yapmak üzere seçtiğinizi düşünsenize? Nasıl boşa geçmiş bir zaman olurdu bu!

Sağlık, eğitim, ısınma, çevre, ulaşımın veya benzer vatandaşlık hizmetlerinin en geniş kapsamda herkes için bedava olması şarttı.

Coğrafya diğer bir sıkıntı olarak çıktı karşımıza. Sibirya'da eksi otuz derecede ağaç kesme görevinde çalışan bir kişi ile, Antalya'da otuz derecede turizm sektöründe çalışan kişilerin seçimi nasıl olacaktı? Vladivostok'ta yaşamak ve çalışmak için seçilmiş bir kişi, bir gün Cape Town'da çalışmak istese ne olacaktı mesela?

Ayrıca doğum sonrası bu seçimleri yapacak otorite nasıl belirlenecekti?

Diyelim bu ve buna benzer tüm sorulara, tam eşitlik çerçevesinde bir sistem kurmayı başardın, olay yine tamam değildi.

İnsanların bu sefer kişisel ihtiyaçları çatışacaktı:

Örneğin, bir kadını veya erkeği beğenen bir karşı cins, istediği karşılığı bulamadığında yine bir çatışma unsuru ortaya çıkmayacak mıydı?

Eninde sonunda bir yerlerde takılınıyordu, total bir çözüm olmayınca mutsuzluklar, mutsuzluklar olunca sürtüşmeler, sürtüşmeler oluna çatışmalar, çatışmalar olunca kavgalar, savaşlar halka halka gelişecekti.

Sistem de bir yerde faul verdiğinde uzun vadede şu anda yaşadığımız düzene dönmemiz belli ki kaçınılmazdı.

İnsanoğlu için mükemmel yaşam ütopya idi sonuçta.

Azla yetinilmediği ve bu anlayış baki olmadığı sürece bir yerde patlak verecektik.

Anlaşılan ulus, sınır, din gibi değerleri olmayan, yarı akıllı hayvanların bile başardığını biz insanoğlu olarak asla başaramazdık.

 

 

 

 

 


Sürprizler

Ne oluyor bugünlerde gerçekten anlamıyorum.

Kötü anlamda değil, tam tersine ama gerçekten şaşırıyorum ne yalan söyleyeyim.

Kıllanmıyor da değilim. Yukarıdan falan çağırıyorlar, giderayak “Bak, laf ettiğin, beğenmediğin değerler sana aha da kapak olsun” durumu var herhalde.

Dün dostum M'yi yazmıştım. Hemen akabinde geçmişimde o zamanki durumum paralelinde hiç iyi anlaşamadığım S'den mesaj geldi. Yürekten yazmıştı, merak etmişti, soruyordu.

Mecburiyeti var mıydı? Yoktu, hatta tam tersine normal olan yapmamasıydı. Ne yalan söyleyeyim durumumuz tersine olsaydı ben kılımı kıpırdatmazdım. Demek ki bu da benim ayıbımmış. S teşekkür ederim. Merak ettiğin için değil, beni bu yaşta yonttuğun için.

Bugün F geldi. Onunla da beraber çalışmıştık. Son zamanlarda hiç haz etmezdim kendisinden, söylerdim de yüzüne. Bugün geldi geçmiş için özür diledi, özür dilemesi gereken normalde ben olmalıyken. Sarıldım kendisine. Sen kusura bakma, belli zamanlarda manyaklığım tutuyor, dedim.

Götüm, götüm herkesi değerler babında eleştiren, beğenmeyen ben yine kalmıştım ağzı açık.

Çalışırken kapım tıklandı, baş örtülü sevimli temizlikçi teyzeydi gelen. Gerçi hep teyze derim baş örtülü hanımefendilere ama eminim benden daha gençti kendisi.

“Özür dilerim, rahatsız ediyorum sizi ama bir şey söylemem lazım size,” dedi.

“Buyrun,” dedim.

“Geçen hafta temizlik yaparken sizin resimlerinizden birini düşürdüm, camı kırıldı,” dedi. “Alıp yaptıracaktım, ama geçen hafta izindeymişsiniz size sormadan almak istemedim, bu akşam alıp, yarın yaptırmak isterim mümkünse,” diye devam etti.

Allah’ım sana geliyorum herhalde dedim içimden. “Teyzemin” dürüstlüğüne mi şaşırsam, izinsiz almak istememesine mi şaşırsam, yaptırmak istemesine mi şaşırsam bilemedim.

Ağzım resmen açık kaldı, böyle düşünceli, gururlu ve hanımefendi duruşuna.

Gözlerim doldu, zor tuttum kendimi sevinçten gözyaşı dökmemek için.

“Senin o güzel canın sağ olsun, ablam,” diyebildim sadece.

Yine güzellik doldu içime, bir an, birkaç dakika, birkaç gün için...

Sizler gibi insanlarla dolu olsa dünya, asıl cennet bu yaşamda olurdu herhalde kardeşlerim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Deniz’in Fotoğrafları


Deniz beni yıllar öncesine götürdü bugün yolladığı eski fotoğraflarla, sağ olsun.

Öyle uzun saçlar o dönemde Ayhan, Murat Gün ve bende vardı. Ha, bir de üniversitede Teoman'da vardı, sonradan sarkıcı olan. Gerçi o daha çok Iron Maiden'in solisti Bruce'a benzerdi saclarıyla.

Altmış iki kilogramdım o zamanlar. Seval’le yemeğine iddiaya girmiştim kırk iki kilometrelik Avrasya Maratonu’nu tamamlayıp tamamlayamayacağıma dair. Tam bir sene çalışmıştım. Sabah akşam TED kulübünün masörü Zatopek Tahir'e takılıp antrenman yapardım. Adam sabah Sarıyer’den Taksim Elmadağ’a, akşam da tam tersi yöne lokomotif gibi koşardı. Bir keresinde onla koşarken kas yırtmıştım mal gibi.

Maraton koşusu da komikti. Ben koşarken millet bana o zamanların İtalyan futbolcusu Altobelli diye bağırıyordu. Koşuda ben İstinye yokuşunu çıkarken, birinci olan siyahi atlet Tarabya’ya gitmiş, dönmüş, İstinye yokuşunu Beşiktaş yönüne iniyordu. Yani o kadar acınası hâldeydim.

Koşuyu dört saat, on dakikada bitirmiştim. Akabinde o yemeği aldım mı, almadım mi hatırlamıyorum. Ya aslında koşu da bahaneydi. Asıl amaç hayran Seval'in hayran olduğum arkadaşı Yasemin'e hava atmaktı. Fakat sonuç hüsran oldu o ayrı.

Kulağımı deldirmeye ilk gittiğimde, işlem sırasında elektrik kesilmişti. Mum ışığında yapmışlardı.

İlk motorumu almış ama sinir krizleri geçiren annem nedeniyle bir hafta sonra geri vermiştim.

Babam o dönemlerde gerek çelimsiz olmam, gerekse uzun saçlı olmam sebebi ile Bakımsız Tarzan derdi bana.

Yazları Antalya Kemer'de Club Med Palmiye'de çalışırdım. 88 yazında açılış sezonunu yapmıştık. Michel Berger, sonradan tatil köyü şefi olan Jonathan, Bernard, Jean Marie ile dream team idi o sene. Zevkliydi.

Tüm o fotolara bakınca hepsinin ortak özelliğinin çok mutlu ve güler yüzlü olmak olduğunu fark ettim. Canlı, enerjik ve hayatın gerçeklerinden uzak.

On dokuz senedir gülmeyi unutan birisi için güzel oldu geçmişe dönmek.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Masum Kalpler



Karar verdiler beraberce,
Mutluluklarını taçlandıracaklardı artık.
Zamanı gelmişti,
Duaları kabul oldu.
********

Yavaş, yavaş annenin karnındaki gelişimini izlemeye koyuldular.
Karındaki tatlı şişmanlık zamana büyüdü, kocaman oldu.
Zamansız tekmeler, ağırlıkla artan bel ağrıları anne adayını zorladı.
Dönem içinde yediğine, içtiğine dikkat etti, sebat etti.
Doğacak bebeğin sağlığı her şeyden önemliydi,
Katlanırdı anne ve o süreçte yanında olan baba adayı.
Dokuz ay sonra anne hayattaki en büyük eforunu, kuvvetini vererek,
Vücudu neredeyse parçalanacak şekilde tarifsiz ağrılarla doğurdu.
Bebeğinin ilk ağlaması, alnındaki teri de, acılarını da unutturdu.
Babasıyla beraber, mutluluk gözyaşları içinde baktılar ona.
Daha açılmamış gözleri, ağlaması hayranlık uyandırıyordu.
Şimdiden kalplerinin bir parçası olmuştu evlatları.
Geceleri uyumadılar, gazını çıkardılar,
Kafasını ensesine dikkat edecek şekilde tuttular onu yıkarken.
Çocuğun hastalığı onların hastalıkları,
Mutluluğu onların mutlulukları oldu,
Hayatlarını, çabalarını onun gelişimi için harcadılar,
Eve bir somun ekmek daha aldılar.
Gocunmadılar; sonuçta her zaman onu kendilerinden üstün tuttular,
İlk o doyacak, mutlu olacak, eğlendirilecek, eğitilecekti.
Anne ve babalarından gördükleri ihtimamın fazlasını göstermeye,
Kendilerinden kısıp, onu ön planda tutmaya özen gösterdiler.
Yıllar, yılları kovaladı,
Evlat büyüdü, delikanlı oldu,
Bütün bu emekleri, sakınmaları neticesinde gurur duydukları,
Mükemmel bir insana evirdiler onu.

*******

Her ailede genç kız,
Veya genç erkek,
Benzer şekilde,
Özveri, gözyaşı emek ve ihtimamla büyütüldü,
Hiç gocunulmadan,
Kalpten gelerek,
Tarifsiz bir sevgiyle.

********


Baronlar, yönetenler emretti,
Asker olacaktı.
Gittiği yer ise vatan toprakları bile değildi,
Anlamamıştı,
Orada ne işinin olduğunu,
Tanımadığı insanlarla çatışmaları, savaşları, sebepleri, öfkeyi.
Saçmaydı.
Bir kurşun, bir bomba geldi,
Gözleri kapandı, bir daha açılmamak üzere.

*********

Maşalar olmaz dediler,
Yakışmaz, doğru değil dediler,
Eğlenmek olmaz, haram, kötü,
Parmakla işaret edildi.
İsteği eğlenmekti hâlbuki,
Bir gün, sadece bir gün.
Kurtlarını dökmek, hayatın zorluklarını unutmak,
Yeni bir yıla girerken gülmek istiyordu.
Gülmek olmazdı, haramdı.
Tanımadığı, hayatında görmediği,
Kişisel husumetinin olmadığı bir kişi,
Sıktı kurşunları,
Kararttı genç kızın umutlarını,
Bir daha yeşertmemek üzere.

*******

Kimisi maça gitti, kimisi düğüne,
Kimisi toplantıya,
Kimisi çalışmaya,
Kimisi eğlenmeye,
Kimisi göreve,
Gittiler,
Geri dönemediler.

********
Kuru taziye sesleri çıktı,
Sevimsiz suratlardan,
Yanlarına bırakmayacaklardı, dik duracaklardı,
İsyan edeceklerdi,
Çökerteceklerdi,
Söylemler hep aynıydı.
Değişen ise,
Sadece
Ölümlerin, katliamların sayısındaki artış,
Acılı ailelerin sayısı idi,

********

Bir anda bütün dünyaları yıkılıyordu,
O üzerlerine titredikleri,
Onun kılına zarar gelmesin,
Olan bana olsun, ona bir şey olmasın diye dua ettikleri
Kız, erkek evlatları,
Artık yoklardı.
Nedenini bilmeden, anlamadan,
Annelerinin, babalarının
Yüreklerini dağlarcasına,
Izdırap çektire çektire.

******

Kimisine şehit dendi,
Kimisine beter olsun dendi.
Kolaydı sözleri sarf etmek,
Ama,
O acılı aileler için yaşamak, yaşamak değildi artık.

*******

Acılı kalpler,
Homurdanmalar,
Kuru taziyeler,
Bet sesler,
Yıkılan insanlar,
Gözü dünmüşler,
Maşalar,
Baronlar,
Ticari kaygılar ile oluşan eylemler,

Ve
Yıkılan gencecik umutlar!

********
Acıyor kalbim,
Bunları yazmaya elim zor gidiyor,
Nasıl bir haktır,
Nasıl bir hukuktur,
Nasıl bir mantıktır,
Nasıl acımasızlıktır,
diyorum,
diyorum,
diyorum,
Cevap bulamıyorum...


*********

My heart is heavy,
My hope is gone
Mama, please let me back in,
I want to go back to my childhood,
My childhood dreams.

********

Kalbim ağır,
Umudum yitik.
Anne, lütfen geri dönmeme izin ver.
Çocukluğuma geri döneyim,
Çocukluk hayallerime.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Peppa Pig



Köpekler evi berbat edince çareyi evden kaçıp kahvaltıyı kaçıp sosyal tesiste etmekte buldum. Bir taraftan sakin sakin yemek yerken diğer taraftan iPad’imden günlük haberleri okumaya koyuldum. Terör, kavgalar, ekonomi, “Ohh! Ne güzel! Australian'da Murray'e koymuşlar” diye zaman geçirirken tesise çocuklu genç bir çift geldi.

Kızları vardı üç – dört yaşlarında. Sürekli bağırarak babasından isteklerde bulunuyordu. O yoldan daha önce geçen biri olduğum için rahatsız etmedi beni çıkardığı gürültü.

Haberlere iyice dalmışım. Bir anda yanımda belirdi ufaklık. Dünya güzeli, dünya şirini bir kız.

“Ben de bakabiliy miyim?" diyerek yanıma oturdu.

“Bak tabii,” dedim, “ama sana göre bir oyun yoktur bende.”

Parmaklarını aplikasyonlar üzerinde gezdirip, Youtube'u buldu.

- Vay vay işte! Bana pepeysipigg'i koysana.

- Peppe mi, hani çizgi film?

- Yok, yok peppapiyg.

Zar zor herhalde peppa/pepper (?) pig gibi bir şey olsa gerek diye, Youtube'un arama motoruna yazmaya koyuldum. Daha kelimeyi tam yazmadan istediği çıktı. Peppa Pig!

BBC “Breakfast for Kids” bölümünde çıkan naif ve güzel İngiliz çizgi filmlerindendi Peppa Pig.

- Bak buldum. Bu herhalde isteğin?

“Evet evet, yaşasın!” derken bir yandan içten bir şekilde kolunu omzuma atıp, kafasını kafama değdirdi. Bir yandan eliyle kel kafamdaki seyrek saçlara dokunup onların ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Kusura bakma, saçım yok benim,” dedim gülerek. O da güldü.

Babası uzaktan geldi küçük kızın beni rahatsız ettiğini sanarak. “Yok dedim, hiçbir sıkıntı yok. Ama spora gideceğim 45 dakika. iPad sizde kalsın, seyretsin ufaklık sonra alırım,” dedim.

Teşekkür ederek masalarına döndüler.

Sporumu bitirip, hesap ödemek için Hüseyin’le konuşurken babası iPad’i getirip teşekkür ederek bana geri verdi. Biraz arkasından ufak kız iki kollunu açarak bana doğru koşmaya başladı.

Havaya kaldırıp sarıldım. Yanağından öptüm.

“Tesekkuy edeyim," dedi gülümseyerek. O kadar içtendi ki...

- Ne demek, her zaman. Adın ne senin ?"

- Nil

- Seninle tanıştığıma çok memnun oldum Nil Hanım. Görüşmek üzere.

O kadar saf, içten ve naifti ki bu iletişim, öyle güzel bir durumdaydı ki, ne egolar, ne hırslar, ne nefret, ne çekememezlik, ne para hırsları veya insanın yarattığı kotu değerler esir almamıştı henüz ufak bedeni, puru pak, mükemmel bir benlikti kendisi.

Bütün haftanın stresini, olumsuzluklarını aldı benden o beş dakikada.

Teşekkürler küçük Nil Hanım, bana özlediğim insani değerleri hatırlattığın için.

Ömrün ailenle, tüm sevdiklerinle mutlu, huzurlu geçsin ve bu saf duyguların, içtenliğin hayat yolunda ışığın olsun.

Tanıştığıma çok memnun oldum arkadaşım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Kime Göre, Neye Göre?



“Baba be!”

Sesin geldiği yöne döndüm. Ya giydiğim takım elbiseden ya da artık yavaşça ilerlemiş yaşımdan, belki de ikisinden dolayı o ibareyi kullanmıştı; bilemedim.

Göz göze geldik. Otuzlarında ya var ya yoktu.

“Gel benimle,” dedim.

15 metre ilerideki kestaneciden parayı bozdurdum, ona uzattım:

“Yemek al ama bununla,” dedim. “Tamam,” dedi bir taraftan buğulu gözleriyle bana bakarken. Döndüm, yürümeye koyuldum.

“Baba,” dedi.

Döndüm.

- Yemek almasam ayıp olur mu sana?

- Sen bilirsin, senin kararın.

Oradan ben Grand Pera'da dinleyeceğim piyano resitaline, o da takribi sıfır derecede geceyi geçireceği Galatasaray Lisesi’nin dış kapısına doğru beraberce yürüdük.

Hayat böyle farklı, böyle acımasızdı kişisel haklar ve şans unsurları olarak. Yine de her durumda, herkesin önünde alternatifler seçebilme lüksü vardı.

Ne yazık ki o da sıcak bir çorba ve bir kap ana öğün yemek yerine, içeceği bir şişe köpek öldüren şarabını, koklayıp kafayı bulacağı bir bali tüpünü veya alacağı bir ecstasy hapını tercih etmişti. Yaptığı bu seçimler onu hızlı bir şekilde ölüme götürse bile...

Mücadele yerine, kolayı yani unutmayı seçmişti.

Bana göre irrasyonel, garip veya yanlış, ona göre ise doğrusuydu bu belli ki.

Yaşam?

Kime göre, neye göre?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Önyargılar



Yolun kenarında ellilerinde güzel giyimli ve bakımlı, hanımefendi görünümlü bir kadın ve annesi. Geçmekte olan bir taksiye el ediyorlar.

- Taksi, taksi!

Şoför durmuyor basıp gidiyor... Kadın arkadan bağırıyor:

- Ağzına sıçtığımın puştu, o.. çocuğu!!!

Hadi bakalım buradan yak!

********


Bir plazanın asansörü. İçeride bir adam on beşinci kata basmış bekliyor. Dışarıdan bir adam geliyor, birinci kata basıyor. İlk adamın surat buruşuyor. Birinci kata geliniyor, bizimki dayanamıyor basıyor kalayı:

- Bir kat merdivenle çıkamadın mi kardeşim?

Diğer adam dönüyor:

- Yangın merdiveni kilitli olmasa zaten oradan çıkardım!

Bizimki tak diye kalıyor ortada!

Otuz dakika arayla iki farklı olay.

Bazı şeyler görüldüğü gibi değildir, ön yargılı veya şekilci olmayın!

 


Garip Bir Yer

Oğlan bilgilendirdi beni ilk. Daha doğrusu sordu bana orası neresi, nasıl bir yer, diye. Garip geldi bana tabii başta bunu soruyor olması. Sonuçta ismini bile kendisi koymuştu:

“NOOB*-İSTAN” !

İsim babası kendisi olmasına rağmen, içini dolduramıyordu, benden yardım bekliyordu gözünde canlandırmak için.

Anlattım ona; bana göre Yunanistan / Bulgaristan / Macaristan gibi bir ülkeydi, ama belirgin coğrafi sınırları yoktu. Geçmişte az çok belirip kayboluyordu. O kadar geniş ve büyük bir yer değildi, ancak şimdilerde daha kalıcı, daha hissedilir, daha ihtişamlı ve büyük geliyordu bu ülke bana. Baktığım çoğu yer artık Noob-istan'ın bütünlüğünün içinde yer alıyordu.

Değerlerinin, yaşama ait kurallarının farklı olduğunu söyledim ona.

Anlamadı, “nasıl” dedi, “neyi nasıl farklı yapıyorlar,” diye sordu.

Orada geçtiğini duyduğum en son haberi anlatmaya koyuldum ona:

“Bak,” dedim, “BD orada yaşayan, bütün amacı karısı ve özellikle çocukları için yükümlü olduğu sorumlulukları yerine getirmeye çalışan, doğru, dürüst ve çalışkan bir adammış. Yine bir gün arabayla işine giderken, yan yoldan tek şeride dönen ana yola girmek için sola sinyal vermiş, dikiz aynasından kontrol ettiği kadarıyla zaten arkadaki arabayla yeterli mesafesi varmış. Sola yaklaştıkça, arkadaki araba iyice hızlanıp, onun yolunu kesmeye ve önüne geçmeye çalışmış. BD zar zor önündeki bariyerlere çarpmamak için frene basmış ve kıl payı kurtulmuş. Ona anlamsızca ve düşüncesizce yaşatılan o şokla, gayri ihtiyari kornaya basmış ve “Ne yapıyorsun!” der gibi ellerini yana açmış. Basılan korna ile beraber, ona yol vermeyen arabanın şoförü acı fren yaparak durmuş. Hışımla kapısını açarak BD'nin arabasına doğru yürümeye başlamış. BD dışarı çıkmış. Amacı yalnızca ona yol vermemekle yaşadığı ve atlattığı tehlikeyi anlatmakmış.

Ancak daha tek kelime etmeden, hışımla gelen şoförden, “Ne var lan! Ne el kol hareketi yapıyorsun, senin bacını s...m” cümlesini duymuş ve ardından adamın suratına doğru savurduğu yumruktan kendini sakınıp, adamı göğsünden geri itmiş. Geriye doğru yalpalayan adam, elini deri ceketinin sağ cebine götürmüş, ve seyyar satıcılarda 10 TL'ye satılan tahta saplı, bıçağı çıkarmış.

BD daha “Dur! Ne yapıyorsun,” diyemeden adam BD'yi önce midesinden, düşerken de kalbinden bıçaklamış.

BD acıyla yere düşerken, gözünün önüne daha on bir aylık olan ikiz kızları, çok sevdiği karısı, yıllarca onu sadece daha iyi bir insan yapmak için elinden gelen her şeyi yapan, BD hastalandığında uğruna göz yaşı döken, eğitimi, mutluluğu huzuru için kendinden sakınıp, oğullarına maddi ve manevi yatırım yapan anne ve babası gelmiş.

Sonra ise sonsuz bir karanlık ve bu dünyadan göçüş.

Olaydan bir saat sonra, katil şoför kaçtığı evinde polisler tarafından yakalanmış. Savcılığa sevk edilmiş. Niye yaptın, dediklerinde böbürlenerek, “Bana el, kol hareketi yaptı. Ben de deştim,” diye verdiği cevabın ardından, iyi halden iki sene af yiyip, beş sene yatıp, sonra hayatını böyle bir şey olmamış gibi yaşamaya devam edeceği zamana kadarki ara dönemde kalacağı yarı açık cezaevine nakledilmiş."

Oğlan anlamadı. “Nasıl yani! Şaka yapıyorsun herhalde,” dedi.

“Adı üstünde Noob-istan. Burada her şey izafi, her şey anlamsız, değersiz, mantıksız ama gerçek, dedim. Kafası karıştı, sustu, belki de “Böyle hikâye olur mu, ne saçma,” diye içinden geçirdi ama bana saygısından bir yorumda bulunmadı.

Neyin ne olduğunu yakında anlarız. Ama onu tanıyorsam Noob-istan'dan daha çok hikâye dinlemek isteyecek. Ne yazık ki oraya ait o kadar çok hikâye var ki; yüzlerce, binlerce, hatta tonlarca...

NOOBİSTAN

Sormamasını umuyordum, ama belli ki kafasına takılmıştı. Haklıydı tabii. Sadece trafikte yol verip vermeme münakaşası ertesi bir kişinin katledilebilme fikri ona anlamsız gelmişti.

“Noob-istan”dı fakat bahsi geçen yer, orada ne doğru veya rasyonel olabilirdi ki? Bir umut sordu, belki mantıklı veya normal bir haber vardır bu sefer diye:

- Baba ya, Noob-istan’dan haber var mı?”

Yüzümü buruşturdum, canım sıkıldı, istemiyordum anlatmak:

- Boş ver be oğlum ya. Söylesene Deniz uğrayacak mı bugün sana?"

- Ba-baaaa, geçiştiriyorsun!

Derin bir iç çektim, ona yalan söyleyemezdim:

- Var, var ama tatsız.

“Ne olmuş?” diye sordu merakla.

- Engelli bir hanıma kötü davranmışlar.


- Sakat birine mi yani?

- O kelimeyi kullanma oğlum, yakışmaz, onlar da bizim gibi insanlar. Sadece belli nedenlerden dolayı bazı işlevlerini yerine getiremiyorlar.

- Peki ne yapmışlar, o hanıma?

Sorma, dedim içimden; “Ne olur sorma, kapat konuyu ne olur.”

- İşte, başına kötü bir olay gelmiş, erkek arkadaşı kötü davranmış.

- ?

- Sıkıştırmış işte.

- Ne yani öpmeye, yakınlaşmaya mı çalışmış yoksa dövmüş mü?

- Onun gibi bir şey işte. Çirkin ve yanlış, hem de çok yanlış.

- Tecavüz mü yoksa? Hem de engelli bir hanıma, zorla???

Şaşırdım kaldım. Dokuz yaşındaki çocuk tecavüzün ne anlama geldiğini öğrenmişti. Maruz kalmıştı bu bilgiye, belli ki eve gelen gazetelerin üçüncü sayfalarında veya bazı haber sitelerinde sıkça görmüş, araştırmıştı.

Seneler öncesi o yaşlarım aklıma geldi. Ben o kelimeyi ona göre çok daha sonraki yaşlarımda öğrenmiştim. Belki o tip vahim olaylar benim zamanımda pek olmadığından, belki gazetelerde, televizyonda o tip haberlerin irdelenmemesinden dolayı, bilmiyorum.

Devam etti:

- Olamaz böyle bir şey. Kendi rızası dışında birisine istemediği bir şeyi nasıl yaptırmak isterler? Bu zaten kötü, bir de kendini koruyamayan engelli birisine!”

Başımı eğdim; bu iğrenç olayı nasıl açıklayabilirdim ki?

Ama oluyordu, neredeyse her gün, bir yerlerde!

Bir gün gece geç vakit eve gitmeye çalışan bir genç kıza, başka bir gün morgda cansız bedenlere ve şimdi bir engelliye o kirli, pis eller ulaşmıştı.

“Noob-istan”dı burası, yani saçmalıklar mekânı.

Yine kesin olmayan coğrafi sınırlarını genişletmiş, bu haberi alacak kadar, yani kulağımın dibine kadar gelmişti o sanal yüz ölçümü içinde barındırdığı saçmalıklar, insani değerlerin yok oluşu, iğrençlikler, mantıksızlıklar ve anlamsızlıklar ile birlikte.

Oğlanın son cümlesinden sonra ikimiz de konuşamadık, odalarımıza çekildik, umutsuzca.

 

 

 

 


Dream On



Antalya - Kemer arası sağımda, bulutların arasında kaybolmuş, muhteşem gri rengiyle yüce Toros Dağları, solumda eşsiz turkuaz rengiyle boylu boyunca uzanan Akdeniz.

Sıcaklık Nisan normallerinde, takribi 23-24 derece. Yurtdışında bile az bulunacak güzellikteki asfaltta, bordo-siyah renkli eski kasa Mustang Mach 1'im motorundan gelen gümbür gümbür sesiyle süzülüyor.

Kolları kesilmiş, blucin gömleğim içinde, sol kolum açık camın kenarına dayanmış, sağ elim direksiyonda ilerliyorum Beldibi’ne doğru.

İki – üç hafta evvelinde açtığım deniz sezonu sayesinde, tenim daha şimdiden kahverengiye çalmış vaziyette. Arabanın radyosundan Aerosmith’in Dream On’u yükseliyor.

Keyifli ve huzurluyum.

Hayalimde oluşturduğum bu tablo, şehrin göbeğindeki işimin sıkışık otoparkına varmamla sona eriyor. Günlük döngümde, bu saatte olmam gereken yerdeyim, her gün olduğu gibi.

Park ediyorum. Asansöre binip kat düğmesine basıyorum.

Yine bugünkü hayalimin sonu, yine gerçeklerle yüzleşme zamanı.

 

 

 

 

 

 

 


Yine Senenin O Zamanı



Dört kişinin oturduğu soldaki kare şeklindeki masada hareketli bir el dönmektedir. Nomas, Melih ve Jojo üstü yeşil çuhalı masanın diğer köşelerinde oturanlardır.

Geniş salonun diğer masalarındaki değişik dörtlülerden de yoğun sigara dumanı altında “sanzatu, trefl, pik, kör” kelimeleri yükselmektedir. Arada hasmına ya da partnerine kızgınlıklar da cabası.

Resim aslında Nişantaşı'nın dibinde ki YKB binasında ki İstanbul Şlem kulübünün tipik bir Pazar öğleden sonrasını temsil etmektedir.

Saatler 18:00 civarındayken, soldaki masada oturan dördüncü kişi önce boş bakmaya başlar, daha sonra da gözleri açık şekilde başını yeşil çuhaya sertçe çarpar ve hareketsiz kalır.

Masadaki üç eski arkadaş birden ayağa fırlar:

“Silvyo, Silvyo iyi misin?”

“Silvyo, Silvyo, SİLVYOOOOO.!

Sertçe sarstıkları vücutta hiçbir reaksiyon yoktur, Gözler açık, kısa kollu gömleğinin uzantısındaki eller hareketsiz, çarpmanı şiddeti ile morarmış bir alındır gözüken.

Diğer masalardakiler de panik içinde o masaya yaklaşırlar. Bağırtılar yükselmektedir:

“Doktor, doktor yok mu!”
“Doktoru arayın! Çabuk!”
“Ambulans gerekiyor, Amerikan Hastanesini arasın birisi!”

********

Yaklaşık 20 km ileride hiçbir şeyden habersiz 29 yaşındaki deli dolu genç motosikletini yıkatmaktadır. Motor hazırlanır. Genç ödemesini yapıp tam motorunu çalıştıracakken cep telefonuna abisinden bir mesaj gelir.

Mesajda 4. Levent’teki evinin önünde onu beklediklerini, acil olarak gelmesi gerektiğini bildirmektedir abisi.

İçini bir korku kaplar, aslında tahmin etmiştir kendini bekleyeni. Sadece kimin başına geldiğini bilmemekte ve bir yaralanma olduğunu ümit etmektedir, kendine inanmasa bile.

Son sürat eve gider. Onu orada bekleyen ve ailenin biri hariç ana fertlerini barındıran arabanın içine biner ve sürücü koltuğunda oturan abisine bakar:

“Baba iyi değil, hastanede.”

Genç, tek kelime konuşmaz, bütün yol boyunca donuk bir şekilde camdan dışarı bakar. Kendisini bekleyenin ne olduğunu gayet iyi bilmektedir.

*******

Siyah gömleğinin üzerine taktığı siyah kravatı ile önce Neve Şalom'daki dinî törendedir. Babasının çok sevdiği Semih Abi hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Ağladığı hem ebedi dostunu kaybetmenin verdiği acı, hem de yakalanmış ve terminal faza ulaşmış kanser hastalığından dolayı çok yakın bir zaman içinde kendisinin de ebediyete intikal edeceğini bilmesidir.

Biraz ötede babasının yıllarca tenis oynadığı Sami Amca gence yaklaşır ve
“Benim raketim babanda kalmıştı, onu bana ulaştırır mısın?” der.

Genç, şaşkındır, kızgındır bu edepsizliğe.

Kortej, Şişli İtalyan Mezarlığına doğru ilerler. Dualar ve arka tarafta babasının kefeninin baş kısmının açılmasıyla seremoni devam eder.
Babasının yüzü sürülen pudralardan bembeyazdır. Garip gelmiştir gence; iyi mi, kötü mü olduğunu anlayamamıştır.

Çukura, tabutu yerleştirip paçaları çamur oluncaya dek, küreği isteyenlere izin vermeden, gözlerinden yaşlar süzüle, süzüle babasını gömmüştür.

Son toprağı attığında vücudunu kaplayan siyah renkli gömlek, ruhunu bir daha düzelmeyecek şekilde teslim almış, donuk bakışlı, genç bir vücuda hapsolmuş bitik bir ihtiyara dönüştürmüştür aslında onu artık.

Herkesi geride bırakıp kapıya doğru giderken, arkasından mezarcı kolunu tutar:

- Abi, bir bahşiş versene.

Yaşlı ruh, adama tiksinerek bakar, kolunu şiddetle çeker ve ana kapıdan dışarıya bir zombi gibi süzülür.

*******

Hiçbir şey artık aynı değildir. Kazık yemiştir, hayatını allak bullak etmiştir bu olay. Ruhen tamir edilemeyecek şekilde zarar görmüş, güvene, hayata inancı kalmamış, mutsuzluk egemen olmuştur bünyesine.

Önce ülke değiştirir. Londra'da yaşar iki sene. İşi iyidir ama bulmayı umduğu mutluluğu bulamamıştır. Hâlâ huzursuzdur; geri döner.

Bir sürü ilişkiye girer, hepsi hüsranla sonuçlanır. Sonuçta kendini mutlu edemeyen, her şeyi doğum ve ölüm arasına sıkışmış bir tiyatro olarak gören o darbeli ruh diğer insanları nasıl mutlu edebilir ki?

Bencildir, agresiftir, gözü pektir, kavga arar, kaos arar, kendine fiziksel ceza vermek için.

Evlenir. O da huzursuzluklarından, sıkıntılarından payını alır, sona erer.

Her zaman bardağın boş tarafıdır gözüne takılan, ona göre bu dünyada güven, mutluluk, neşe, eğlence yoktur. Yaşanan her şey abartılı bir saçmalık, tam bir anlamsızlıktır.

********

Evet, babam beni geride bırakalı bu hafta yirmi sene oluyor.

Umarım, hak ettiğin huzuru bulmuş, göklerde veya nerede süzülüyorsan ya da her nerede nerede vücut bulmuşsan çok mutlusundur.

Bende yirmi senedir değişen bir durum yok. Sen toprağın içinde, ben de bu vücudun içinde. Ruhen o gün beraber öldük.

Şu anda beklediğim ise bir zaman sonra ya aşırı spor yapmaktan geçireceğim bir kalp krizi veya kötü beslenme kaynaklı büyük ihtimalle pankreas veya mideden vuracak illet hastalık veya yüz elli kilometre hızla sürerken telefonda yazı yazarken geçireceğim bir kaza.


Özledim de seni. Çok hem de çok.

Tekrar buluşacağımız güne kadar, kendine iyi bak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Deli Dolu Düşünceler



Kişisel olarak veya maruz kalınan sosyal yaşam kurallarıyla kişinin egosu birleşirse adı ne olur? Mutsuzluk mu?

Yıl, yaş, çocukluktan tanıma, sırdaşlık vesaire değildir olay; tam tersine gördüğünde yüreğini ısıtıp, seni tarifsiz gülümsetendir aslında dost dediğin.

Saatleri kurmaya gerek kalmadığında, hayatı kendi kontrolüne alabilirsin.

Cevdet, kayıtlı tüm düşman generallerini, düşman karargâhından temizleyip sağlam çıkabilir mi dersin?

Gemi su alırken, önce kendi malının üstünde oturup, başkalarının mallarına, yerlerine göz dikmek midir önemli olan yoksa el birliğiyle bir an evvel gemiye müdahale etmek midir geçerli akçe?

Bir seri düşünün; 1 ile başlayıp 1 ile bitiyor ve her seferinde bir tane fazladan 2 sayısı geliyor arasına. Serinin 10. turunun sonunda, eldeki tüm sayıların toplamı ne olabilir?

Haklı olmak mı yoksa mesut olmak mıdır esas olan?

Yangın olan yerde, yetkili merciler gelip yangını çıkaranı sorduklarında, “Aman benden bilmesinler,” diye önündekinin arkasına sığınan kişiye ne kadar saygı duyarsın?

Kaderin başkalarını elindeyse şayet, oturup olacakları beklemek midir yapılması gereken?

Hırslar, istekler eninde sonunda sana zarar getirmez mi?

Küfre küfürle mi karşı gelmek doğrudur yoksa duymazdan gelmek midir esas erdem?

Temel Reis ile Safinaz hâlâ birlikteler mi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


80’ler



Zor zamanlardı, hiçbir şey yoktu. Olanlar ise kırmızı, beyaz plastik toplar veya plastik kılıçlardı ama onları da alacak paramız yoktu.

Ama gazoz kapaklarımız veya gazete kâğıtlarını buruşturup seloteyp ile sararak yaptığımız ve parçalanana kadar peşinde koştuğumuz sözde futbol toplarımız vardı.

Yine kartondan keserek yaptığımız silahlarımız vardı, bize oyun için yeterli olan.

Müsamerelere babamın dükkânından aldığım Kom gömlek kutularıyla katılırdım. Keserdik kutunun altını, yapıştırırdık aydınger kâğıdını, hanın girişindeki kartpostalcıdan aldığımız Karagöz, Hacivat, Zenne karakterlerinin arkasına raptiyeyle çıtaları yapıştırdık mı hazır olurdu bizim gölge oyunu seti. Oynardık millete, emprovize hikâyeleri; “Ah Karagözüm, vah Hacı Cavcav,” diye.

Taksim TED de tahta raketimizi sallardık. O kadar çok oynardık ki tellerimiz kopardı. Full kordaj değiştiremezdik; tel yoktu o zamanlar. Biz de Fehmi Hoca’nın bıraktığı tel artıklarından raketlere yama yapardık. Yaptığımız yamalar yüzünden, raketlerimizde kırmızı, naylon, bağırsak, beyaz, mavi her türden tel bulunurdu, gökkuşağı gibi.

Tenis topu desen; yine milletin oynanmaz diye bıraktığı tüysüz topları ıslatıp, çamura bulayıp oynardık.

Günde bir açma, bir su alacak para verirdi babam. Koşuşturmadan çok susayınca tuvaletin musluklarından akan sular derdimize deva olurdu.

Zordu ama en önemlisi mutluyduk,

Ve çözüm bulmak hoşumuza giderdi.

 

 


Marşandiz


Suratta kirli sakal veya uzun padişah versiyonu. Saçlar; daha yeni kuaförden çıkmış, önü uzun, arkası kısa ve jöleli. Gözlükler Ray-Ban. Pantolon kısa paça, çorapsız ayaklarda mokasen ayakkabılar.

Kızlarda popo ve bacaklara yapışan dar ama yırtık pantolon. İnce, “Kiss me, love me” benzeri yazılı tişörtler. Çantalar en markadan, garip renkli gözlükler bu işin olmazsa olmazı.

TED'de Aslan vardı; o garip şarkıyı söylerdi sürekli:

Bir iki üç dört başlıyor
Hemen şimdi başlıyor
Dansımız marşandiz,
Abolo sobolop.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Canlar


Hayvan Dostlarım

Çocukluğuma kadar gider onlarla haşır neşir oluşum, onları kendime yakın görmem ve ruhuma sirayet etmeleri.

Sanırım hayvanlarla ilk temasım, 26 Dawson Road'da, dedemlerle geçirdiğim o müthiş güzellikteki yaza uzanır. Trixy idi ismi yaşlı Jack Russell'ın. Aksi de bir köpekti, sepeti yemek masasının altındaydı. Yanlışlıkla ayağınla sepete yaklaşsan başlardı hırlamaya.

Akabinde ısırılmalardan dolayı herhalde İstanbul’da en fazla kuduz aşısı yiyen çocuk olmuşumdur. Hele o zamanlar beş kerelik koldan yapılan kuduz aşıları olmadığı, onun yerine karnından otuz gün boyunca yediğim ve süzgeç olduğum hesaba katılırsa, siz düşünün çektiğim eziyeti.

Suzy ve Filizlerle Levent'teki evlerinin bahçesinden tırtılları toplama ve kavanozda besleme çalışmaları, kurbağa yetiştirme faaliyetleri ve Büyükada’da bayırda saatlerce kelebek kovalamaca çocukluğumun aktivitelerinden olmuştu.

Ergenliğe geçiş dönemlerinde, Gül Ablama zorla Türk kahvesi yaptırtır, kendisine içirtir ve fal baktırırdım.

- Söylesene Gül Abla, büyüyünce hayvanım da oluyor değil mi?”

Garibim, mutlu edecek ya beni, “Var, var! Bahçeli evinde koşuyorlar,” derdi.

Evden ayrılınca türlü türlü tüylü dostlar edindim:

Kedilerim, Jay Jay ve Pamuk; hamsterlarım, Atos, Portos ve Aramis; köpeklerim, Tosa, Çiko, Sahipsiz, Chucky, Montiş, Pascal.

Ve tabii bir dönemin başlangıç ve sonunda yanımda olan hayattaki en iyi dostum SATO.

Yıllar içinde her gördüğüm domuzun, kuzunun, keçinin, kazın, tavuğun, ineğin peşinden koşup onlara dokunmak için ter içinde kalmışlığım olurdu hep.

Bana sürpriz yapmak amacıyla, Kaş'ta deniz içinde oluşturulan büyük özel havuzda Aydın'a benzeyen o beyaz balinayı görünce, yanımda millet titrerken soyunup denize girmem herhalde en fazla otuz saniye içinde gerçekleşmişti. O beyaz balinanın kauçuk gibi pürüzsüz kafasından tutup dakikalarca beraber suda süzülmek benim için olağanüstü bir tecrübeydi.

İnsanlarla olduğumdan daha mutluydum onlarla. Gittiğim seyahatlerde aslanlarla yürümek, onlara dokunabilmek, güçleri karşısında aslında ne kadar çaresiz olduğumuzu hissetmek ve onlara hayran hayran bakabilmek müthiş bir deneyimdi.

Dayanamamıştım Dubai'de. Tibet'i bir saatliğine Eralp'e bırakıp, koşa koşa o köpekbalıkları, dev mantalar ve vatozların bulunduğu havuda almıştım soluğu. Dalmıştık şnorkelle, Meksikalı rehberle baş başa iki kişi. Yanından geçen boyum kadar köpekbalıklarını görmek, hissetmek, daldığımda bana doğru gelen o bir buçuk metre çaplı benekli dev vatozu gördüğümde, tamam bana değecek deyip gözümü kapatıp, ne olacaksa olsun diye kendimi bırakmam tek kelime ile harika bir duyguydu. O denli büyük ve evcil olmayan bu canlıyla aramdaki mesafe birkaç santimetreydi herhalde ama içimde yarattığı mutluluk duygusu kilometreler kadardı .

Şimdi neden bunları anlattım bilmiyorum. İçimden geldi herhalde. Ama tek bildiğim hayvanların netlikleri, asaletleri, egosuzlukları, sorunsuzluklarıyla insanlardan katbekat mükemmel canlılar oldukları.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Güzel İnsanlar

Saygı ve Saygıyı hak etmek...

Hayır, bu bir kinaye yazısı değil. Tam tersi bu; hayatımızda bir şekilde yer alan veya yolumuzun kesiştiği gizli kahramanalar, insan gibi insanlar ve bize insanlığın hâlâ var olduğunu gösteren o muhteşem kişilikler için.

En azından anlatacaklarım sayesinde, hayatı bin bir zorluklarla geçen o insanlara azıcık da olsa yaptıklarının karşılığını verip moral anlamında destek olabilmek için hikâyelerini sizlerle paylaşmak istiyorum.

MUHTEŞEM İNSANLAR


Kendilerinden izin almadığım için onların, yani gerçek kahramanlarımızın gerçek adlarını kullanmayacağım.

Mucize, bundan üç sene öncesine kadar, her yetişkinin üç aşağı beş yukarı yaşadığı zorlukları barındıran bir hayat sürmekte. Ta ki ablası Yaren'in iç organlarında yaşadığı sıkıntı sebebiyle hastaneye kaldırıldığı geceye kadar.

İlk başlarda çok önemli görülmese bile, Yaren'in yaşadığı sıkıntı, her geçen gün daha ileri boyuta zıplıyor. Değişik tetkikler, tedaviler, ameliyatlar bir sonuç vermiyor. Zaman içinde Yaren yetilerini kaybedip konuşamaz ve yatağa bağlı bir duruma geçiyor.

Doktorların öngörüsü, Yaren'in asla düzelemeyeceği ve uzun yaşayamayacağı yönünde.

Mucize ise buna tüm kalbiyle karşı çıkıyor ve ev bakımına yollanan Yaren'in her akşam iş dönüşü, sabahlara kadar yanında kalıyor. Onunla konuşuyor, onu yıkıyor, ona yemeğini yediriyor. Yaren’in tuvalet ihtiyacını giderip, kadınsı bakımlarını yaptırıp, onu hayata bağlamaya çalışıyor.

Mucize gündüzleri bir taraftan çalışıyor, bir taraftan da aile düzenini, annesini, babasını, kocasını dengelemeye uğraşıyor. Tüm gelirini Yaren'in tedavisine aktarıyor. Bulduğu fırsatlarda ise Brezilya'daki, Amerika'daki hiç tanımadığı doktorlarla e-posta üzerinden bağlantı kurup değişik çareler arıyor.

Mucize bazen ümidini kaybetse bile, yılmadan bu savaşa devam ediyor. Süreç üç sene boyunca her gün bu şekilde ilerliyor.

İlk başlarda, ümitsiz görülen bu efor, zamanla Yaren'i de hayata bağlayıp, ellerini hareket ettirebilme, söyleneni anlama, az da olsa ses çıkarabilme şeklinde geri dönüş verip, doktorları bile şaşırtan bir boyuta ulaşıyor.
Ümitsiz vaka denilen Yaren, bugün Mucize sayesinde ilk noktadan fersah fersah ileride, konuşmasına ramak kalmış durumda.

Mucize ise çok yakında, ablası ile yürüyüşlere çıkıp, hasret gidereceği zamanın bir an evvel gelmesini bekliyor.

Dedikleri gibi sebat, devrilmez denilen dağları devirir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Gerçek Öküz



Yazmışlar, “Ve Tanrı öküzü yarattı,” diye... Nedeni ise altına koydukları fotoğrafta onlara göre:

Yaşlı bir amca beyaz don ve beyaz fanilasıyla denize giriyor..

Tabii olacak olay değil ya, adam nasıl olur da Quicksilver mayo giymiyor değil mi? Ha, ortalık kırk beş derece, adam pişmiş ve serinleme ihtiyacı hissetmiş olamaz, değil mi?

Tatile gidilen Mykonoslarda çıplaklar kampı normal, ipkini, tanga mayolar normal ama don! I-ıhhh yani!

Bir diğeri de kapalı bir kadının, suda giysilerinden belirgin olan vücudunun fotoğrafını çekmiş; nasıl olur, diye aklınca dalga geçiyor! Kadının fark etmemiş olacağı aklına gelmiyor. Kendi fikirlerince “bunlar” işte böyle demeye getiriyor!

İşin garibi de, bu sosyal medya paylaşımlarıyla akıllarınca “Bunlar cahil, bunlar yobaz” demeye getiriyorlar!

Ulan sana ne kardeşim? Sana mı soracaklar ne yapacaklarını? Nerede altını çizdiğimiz demokrasi kavramı?

Senin özgürlük tanımın herhalde yalnızca kendin için geçerli.

Sen böyle düşünürsen, onları fişlersen, onlar da seni elle göstermeye devam ederlerse neye iyi gelir?

Açık fikirli olun, fikirleri çitlerle örülü sözde modern öküzlerden olmayın!

 

 

 

 

 


Kara Gece


Köşelerinde bekleyen iki boksör gibiydiler. Biri kuzeyde, birisi güneyde. Biri Rumen, biri Yunan. Çalan gong değildi ama, martıların her zaman söyledikleri güzel melodileri bastıran. İki talihsiz geminin acı uyarı sirenleriydi kulakları yırtarcasına çınlatan. Yıllardan 1979, aylardan Kasım'ın 15'i. Saat sabahın beş buçuğu. O iki büyük kara siluet birbirlerine hızla yaklaştılar; kaçamadılar, sakınamadılar kendilerini birbirlerinden. Çarpıştılar büyük gürültüyle. Yüz elli bin grostonluk Independenta ile yük kosteri Evriali.

İstanbul ahalisi patlamanın sesiyle kırılan camlardan çıkan şangırtılar ile korkuyla hopladılar yataklarından. Gördükleri tam bir vahşetti: Kız Kulesi’nin az ilerisinde simsiyah denizin üstü, yanan petrolün etkisi ile metrelerce yükselen ve uzayan kıpkızıl, sapsarı renkli alevlerin arasında kalmıştı. O gün kırk üç talihsiz denizci buhar oldu, gökyüzüne yükseldi, bir daha sevdiklerine kavuşamamak üzere. Tam kırk gün gökyüzü o kara dumanla kaplı kaldı İstanbul, o dehşetin anısı olarak. Bu ne ilk idi, ne de son hâlbuki.

1960, 14 Aralık. Bu kez Yugoslav Peter Zoranic ve Yunan World of Harmony'di senaryonun baş rol oyuncuları. Tutuşan gemilerde yiten yirmi bir candı bu sefer. İstanbulluya kalan ise elli üç gün sürecek bir yangın endişesi.

Daha da geçmişteyse Sovyet denizaltısının Şile açığında 1942'de yuttuğu yüzlerce Struma yolcusuydu İstanbul'da kabul görmeyip, kırılan dümeni nedeni ile kaderine bırakılan geminin.


Denizler ürkütücü, maviler acımasız. Zamanın sildiği, dönüşü olmayan makus talihli denizciler, yolcular ve yitip giden hayalleri.

 

 

 

 

 


Atago Yama


Üzerinde tertemiz siyah giysisi, ayağında hasırdan örülmüş sarı zorileriyle Atago Mabedine çıkan neredeyse 250 yıllık gri taş basamakların önüne geldi.

Yüksek ağaçların arasında nemden yosun tutmuş ve sararmış yapraklarla dolu çarpık basamakları başını kaldırmadan konsantre şekilde çıkmaya başladı.

Tokura Kanagazawa daha evvelki sayısız ziyaretlerinin birisinde üşenmemiş, iki yüz elli üç basamağı tek tek saymıştı. 10 Kasım günü için hava sıcaklığı normalin oldukça altında, yaklaşık dört derece civarındaydı.

Yaklaşık on beş dakika sonra, Shinto Tapınağı’nın dış girişinde duran, hem sağında, hem solunda şimşek figürlerinden oluşan Torii'den geçti ve durdu. Ritüel gereği hazır ol pozisyonunda, vücudunun belden üstünü eğerek selam verdi.

Tapınağın sol tarafında, kesintisiz akan şelalenin bulunduğu derenin yanına doğru hareket etti. Şelale yaklaşık dört metrelik yükseklikteki yamaçtan yoğun olarak akan tertemiz beyazlığı ve kayaların dereye yansımasıyla muhteşem bir görüntü veriyordu.

Tokuro San, vücudunun üstünü kaplayan giysinin önce sağındaki, sonra solundaki düğümleri çözdü. Giysiyi yavaşça üzerinden çıkardı ve özenle çizgilerinden katlayarak, derenin kenarında bulunan kayalardan oyulmuş oturağın üzerine koydu. Cebinden çıkardığı beyaz Iwama bandanasını kafasına taktı. Zorilerini de titizlikle yan yana koydu; terlikleri önleri yamacı gösterecek şekilde hizaladı.

Yaşlı vücudunu saran soğuğa aldırmadan derenin içine girip iki yöne doğru kürek çekmeye benzer Zengo waza hareketiyle hazırlığının ilk aşamasını tamamladı.

Yavaşça şelalenin altına girdi. İki kolunu yanında daire biçiminde hareketlendirip avuçların birleştirdi. Dik duran işaret parmakları dışında kalan parmaklarını birbirine kenetleyip başının hizasına getirdi.

Şiddetiyle bütün vücudunu neredeyse kesen, iliklerine kadar işleyen buz gibi soğuk suyun beynini yönlendirmesine izin vermeden, yüksek sesle ve melodik şekilde duasına başladı.

Kendi vücudunda birikmiş tüm kötü enerjinin, egonun, hırsın, hasetin, kıskançlığın akan suyla beraber süzülüp yok olmasına, doğal ortamın sağladığı nimetlere ve sağlığına şükrederek, çevresine karşı daha yararlı, sevgi dolu ve yardımsever olmak için temennilerde bulunarak, kendini üzerine yüklenen olumsuzluklardan arındırdı.

Bu modern samuray, kırk üç yıldır her Pazar gün ağarırken yaptığı otuz dakikalık seremoniden sonra daha dinç daha huzurlu ve arınmış ruh hâliyle güne merhaba dedi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Kahramanlar



Tarihin yıllanan yapraklarında tanınmayan ama, canları pahasına yaptıkları insani yardımlarla, özverilerle binlerce masuma ümit olan, ışık olan, hayat olan nice kahramanlar vardır hiçbirimizin bilmediğimiz veya çok azımızın bildiği.

Oscar Schindler gibi en az binlerce kişiye Türk pasaportu verip Nazi zulmünden kurtaran dönemin Paris Büyükelçisi BEHİÇ ERKİN gibi ya da tüm servetini insanların kurtulması için kaçacakları gemilere yatıran ve organizasyonlarını canı pahasına sağlayan Doktor BAROUKH CONFINO gibi.

Ve tabii o başarıyla fakat kimi zaman trajediyle sonlanan yolculukları gerçekleştiren gemiler;

TIGER HILL
SALVADOR (Silivri'de 12 Aralık 1940'da batmıştır.)
EURAPO
STRUMA (24 Şubat 1942’de batırılmıştır.)
BÜLBÜL
MORİNA
MEFKÜRE (Ağustos 1944'te batırılmıştır.)

Mürettebatlarını ve herhangi bir insanlık ayıbına maruz kalan insanları kurtarmaya çalışan tüm tanımadığımız kahramanları saygıyla anıyoruz.

“Şeytanın zafere ulaşmasının tek yolu, iyi insanların hiçbir şey yapmamalarıdır.”
E. Burke

 

 

 

 

 


Etiketler


Ha o mu? Hıyarın tekidir!

Ahmet mi? Süzme salak abi o! Bir boktan anlamaz!

Mehmet kadar şerefsizini görmedim!

Malın önde gidenidir o Ayşe!

Yalakalıkta sınır tanımaz o Ali omurgasızı!

X şerefsiz,

Y yalancı,

C'nin bir dediği diğerini tutmaz,

O orospu, bu beceriksiz!


Ya arkadaşlar siz nesiniz? Nasıl böyle konuşabiliyorsunuz?

Kimsiniz siz? Hüküm veren yargıç mısınız, üst akıl mısınız, yoksa birer doğruluk abidesi misiniz?

Hadi böyle bol keseden atıp tutuyorsunuz da, bu saydıklarınız neden bu bahsettiğiniz insanlara direkt olarak söylemiyorsunuz?

Niye her şey dolaylı? Ya da niye onlarla karşı karşıya geldiğinizde “canım cicim” edebiyatınızdasınız?

Biraz az konuşsanız, biraz kendinize dönüp kendinizi irdeleseniz, neyi daha iyi yapabileceğinizi tartsanız daha iyi olmaz mı?

 

 


Tokat



Öyle basit durumlar olur ki,
Anlarsın ne gerçek, ne yalan,
Kimin hayalet, kimin gerçek olduğu,
Bir resim gibi çarpar yüzüne,
Acı bir gülümseme kaplar suratını,
Bilmene rağmen, umut ettiğin olmayacak beklentiler,
Yine bir kabus gibi uyandırır seni,
Sanal ilişkiler, kızgınlıklar, egolarla, gururla yoğrulan şartlar,
Yine açık kalp değerlerine,
Galip gelmiştir,
Her zamanki gibi.


Tayfalar anlatıp dururlar,
La Fontaine'den masallar gibi,
Sözü, suçlaması, hikâyesi bol.
O, derler, “O, o...”
Çekinmezler koymaya her cümlenin başına,
Yine geliriz aynı sonuca,
Neymiş efendim,
Her koyun kendi bacağından asılırmış,
Kanıksarız yine, eski köye yeni adetin bol geldiğini.


 

 

 

 

 


Valide Hanıma




Meral Hanım;

Hayatında hep yenilik aradın, risklere açık oldun ve bilmediğin yollara sapmaktan hiç çekinmedin.

2.Dünya Savaşı yıllarında yaşadığın zorluklar, çalışma hayatın, gözünü kırpmadan yirmili yaşlarında belki o zaman adını bilmediğin, yaşamın orada sana ne getireceğini tahmin edemediğin Türkiye yolculuğuna çıktın.Hem de ailene karşı durarak.

Burada kolay hayatı seçmedin, hep çalıştın, önce İngilizce dersleri, sonra LCM, Amrikalılarla yurtdışı işleri, sonra sıfırdan büyüttüğün tekstil ortaklığı.

Araya da iki tane oğlan sığdırdın, Nevil ve Ben.

Benim büyüme sürecim, senin iş büyüme sürecinle beraber gelişti,

İyi, zor ve disiplinli bir anne oldun bana,

Ben garip büyüdüm, mesafeli, uzak, zamanında çekingen, şimdi patavatsız, düz ve gözü kara.

İnsan ilişkilerinde uyuz oldum, diğer insanlar gibi “bond” etmekte zorlandım.

Hoşuma giden bir durum mu? Tabii ki de Hayır.

Buna rağmen bilmeni istediğim bir şey var,

Ve belki ilk defa duyacağın bir cümle benden:

“Herşey için çok teşekkürler, ANNEM”